Londra Gatwick havaalanına adım atmamızla beraber koşuşturma başlıyor. Uzunca yolculuktan sonra sanki kaslarımızın açılması için tasarlanmış hayli uzun parkurda, başka uçakların yolcularıyla birleşip çoğalarak sürü halinde yürüyor, kâh sağa, kâh sola, kâh aşağıya, kâh yukarıya yönlendirilirken yürüyen bantlar sayesinde hız artırıyoruz.
Dünyanın en kötü on havaalanı listesinin başlarında yer aldığını sonradan duyduğum Gatwick'te şimdiye kadar hiç görmediğim kadar dik, dar ve yüksek bir rampaya da sıkıştırılıyoruz; yükseldikçe yükseliyoruz, tabii ki yürüyen merdivenlerin üzerinde.
Uçakların altımızdan geçebileceği irtifadaki koridor/köprüye ulaştığımızda mütemadiyen yankılanan klasik anonsları bastıracak volümde bir gürültü! Koşuşturma aynen sürüyor fakat kakofoni dayanılmaz derecede yükselmiş:
Yürüyen bandın hemen yanında, kulak seviyemizde birçok hoparlörden agresif bir hışırtı geliyor. Sonradan muhtelif su sesleri olduğunu idrak ediyorum, fakat sağanak yağmur, şelale veya taşmış bir nehir hissini uyandıran şiddetli tınıya katlanmam mümkün değil. Azıcık da olsa uzaklaşabilmek için yürüyen bandı terk edip "maraton"u tabana kuvvet sürdürmeye karar veriyorum. Aynı koridor boyunca asılmış posterlerden anladığım kadarıyla Birleşik Krallık ile Çin'in su kaynakları(?) ortaklıklarına dair sanatsal enstalasyon bana "Oha!" dedirtiyor.
Çıkışta beni bekleyen arkadaşım yıllardan beridir Londralı olduğu halde, havaalanının içinden şehre giden trenin peronunu jet hızıyla değişen elektronik yazılar yüzünden tutturmak için biraz cebelleşiyoruz; bindiğimiz vagonlarda valizli yolculara yeterli alan öngörülmediğinden çantalarımla kucak kucağa seyahat ediyoruz.
Huzurlu Londra?
Daha önceki seyahatimde ziyaret etmiş olduğum Londra'daki belli başlı turistik atraksiyonları bir tarafa bırakarak daha çok arkadaşlarımla vakit geçirmeye niyetliyim.
Müthiş pahalı şehrin kronik barınma problemine inat, son zamanlarda revaçta olup daha fazlası kullanılır hale gelen kanallarda Amsterdam misali yüzen evlere hayran oluyorum. Regent's Canal'daki ev/tekneler bilhassa hippi kültürünün huzur içinde sürdürülmesine imkân tanımış gibi.
Şehrin göbeğindeki bilumum yeşil alanlar, irili ufaklı parkların bolluğu dışında, beni en çok şaşırtan Londra gibi kapitalizmin önde gelen bir şehrinde birçok mahallenin iki veya üç katlı binalardan müteşekkil tarihî dokusunun olduğu gibi korunmuş olması. Aklıma İstanbul'dan bu vaziyete benzeyebilecek tek bir emsal geliyor: ruhu çalınmış, gerçekliğini yitirmiş, lanetli Tarlabaşı!
Derken Manchester'dan dehşet haberleri geliyor, Birleşik Krallığın dünyayı saran şiddetten muaf olmadığı bir kez daha hatırlanıyor.
Ben Londra'nın sakin meskûn mahallelerinden Earlsfield'deki Tayland yemeklerinin tadına varıp, Killburn'ün ikinci el bir kitapçısında veya türünün muhteşem örneği Abney Park mezarlığı ve arboretumunda vakit geçiriyorken, British Airways'in elektronik sistemi bir şekilde kitleniyor, Londra yine allak bullak.
Şehre adeta sonbahar havası hâkim, sık sık yağmur yağıyor, fırtına şiddetinde esen rüzgâr bahar dallarını ortalığa saçıyor; bir kazak, üstüne bir yağmurluk giymek zevk aldığım mevsimsel yabancılaşmayı yoğunlaştırıyor, zaten atmosferin tertemiz olmasını da buna borçluyuz. Ne de olsa başınızı havaya ne zaman kaldırsanız semada birden fazla uçak görmeniz mümkün: Londra'yı kuşatan beş havaalanı yüzünden hava ve ses kirliliğinin bazı anlarda tahammül sınırlarını zorladığı kesin.
Dehşet artıyor
Sadece yaşlıların ve ailelerin bulunduğu, benim gibi tek turistin bile olmadığı Bluebell Demiryollarının buharlı trenine binip kendimizi Londra'nın hemen dışındaki kırlara atıyoruz. Dönüşte East Grinstead'daki bir pubda arkadaşımla doya doya bira içiyoruz.
3 Haziran Cumartesi gecesi keyifli vakit geçirmek üzere şehrin içinde medenice dolaştığımız bisikletlerimizle tekrar dışarı çıkıyoruz. Türkiye'den küçük pet şişeler içindeki su dahil, gerekli gereksiz her türlü ürünü bulabileceğiniz Kingsland High Street'e lahmacun ve baklava yemeye götürülüyorum. Caddedeki berber dükkânlarının abartılı sayısı bir tıraş orjisi yaşayabileceğimin habercisi.
Yemek sonrası küresel dağıtım şirketlerine karşı direnmeye devam eden Rio sinemasına gidiyoruz. Ayakta kalabilmek için özellikle mahallelilerin destek olmaya çalıştığı müessese tüm dünyadan ilgi bekliyor.
Aki Kaurismäki'nin göçmenlerle ilgili, birbirinden değerli nüanslarla bezeli The Other Side of Hope (Umudun Diğer Yanı) adlı zarif filmini orada izliyoruz, çıkışta bizden çok da uzak olmayan bir mesafede meydana gelen Londra saldırılarıyla ilgili haberler ulaşıyor.
Ertesi gün Türkiye'den gelen biri olarak, Hasidik Yahudilerle Müslümanların iç içe yaşadığı kuzey Londra'da iki dinden kalabalık insan toplulukları arasındaki göreceli uyuma şaşırıyorum!
Şansına seçtiğim berberde ise beni Kral TV'den bangır bangır şarkıların çalındığı koca bir televizyon ekranı karşılıyor; Linet gayet formda görünüyor, tıraş tabii ki sinek kaydı…
Belgesel festivali Sheffield Doc/Fest'e katılmak üzere İşçi Partili rengini yıllardır koruyan Sheffield'e ulaştığımda Theresa May'in beklentilerini karşıladığı pek söylenemeyecek seçimin sonuçları belli oluyor.
İlerleyen günlerde Birleşik Krallığa ulaşmak üzere hizmetinden yararlandığım havayoluna ait bir uçağın "terör kuşkusuyla" havada rotasını değiştirip Londra yerine Köln'e inmek zorunda kaldığını öğreniyor, İstanbul'a dönmek üzere bineceğim uçağın kalkacağı Stansted havaalanının da en kötüler arasında yer aldığı konusunda bilgileniyor, ayrıca yola çıkmadan bir gün önce Londra'nın merkezinde ölü sayısı hâlâ tam olarak kesinleşmemiş Grenfell Kulesi trajedisinin meydana geldiğini duyuyorum.
Türkiye'ye sağ salim avdet ettikten kısa bir süre sonra ise Finsbury Park'taki Müslüman karşıtı gibi görünen saldırının haberleri ulaşıyor, çok da şaşırmıyorum...
Sheffield Doc/Fest 2017
Avrupa'nın en iddialı belgesel etkinliklerinden Sheffield Doc/Fest'in kapanış filmini seyrettikten sonra ülkedeki milliyetçi fanatizmin din bazlı nefretle nasıl körüklendiğini idrak etmiştim. Ülkenin Avrupa Birliğinde kalmasından yana, İşçi Partisinden milletvekili Jo Cox, halk oylamasının hemen öncesinde sinsi bir plan neticesinde katledilmişti. Bilhassa Müslüman ahaliyle gayet iyi ilişkiler içinde olması, sevilen siyasetçi Cox'u hedef haline getirmişti; internetten Faşizm ve Nazizm gibi hususlarda kendini dolduruşa getiren milletvekilinin katili Thomas Mair, Hitler veya Norveçli Breivik gibi kişileri kendine model bellemişti.
Yönetmenliğini Toby Paton'un üstlendiği Jo Cox: Death of an MP (Jo Cox: Bir Milletvekilinin Ölümü) televizyon estetiğinde çekilmiş olsa da, tüm gezegende iki yönlü tırmandırılan nefretin nelere sebebiyet verebileceğini layıkıyla yansıttığı gibi, Doc/fFest'in politik duruşunu da perçinledi.
Hollandalı ırkçı lider
Festivalin Doc/Expose bölümünde teşhir edilenlerin arasında Hollandalı popülist siyasetçi Geert Wilders'ın olması da manidardı. Sağcı liderle aynı adı taşıyan belgeselde ülkenin vatandaşlarını milliyetçilikle besleyen, tutarsızlık ve dengesizlikleri gözden kaçmayan Wilders'ı yakından tanımaya uğraşıyoruz. Müslüman düşmanlığını tetiklemeye endeksli söylemleri Avrupa'nın en açık toplumlarından biri olması beklenen Hollanda'da ırkçılığın yükselmesine haliyle sebep oluyor. Kahramanının aşırı sevimsizliğine rağmen belgesel gayet eğlenceli, çünkü Wilders kendini otomatikman deşifre ediyor.
Geçtiğimiz aylarda iki taraflı tırmandırılan Türkiye krizi görüntülerinin de geniş yer aldığı, yönetmenliği Nicholas Hampson ve Stephen Robert Morse tarafından kotarılmış sürükleyici yapım kendini baskı altında hisseden azınlıkların koruma refleksiyle öz milliyetçi cephelerinden medet umar hale geldiklerini de hatırlatıyor.
“Suriye Gey Güzeli”
Yalnız kaçtıkları memlekette değil, sığındıkları Türkiye'de de ırkçılık ve ayrımcılığın kurbanı olan Suriyeli eşcinseller göçmenlik bedelini en ağır ödeyenlerden. Mr. Gay Syria (Suriye Gey Güzeli) adlı etkileyici belgesel, Sheffiled'da yoğun ilgi gördü, Müslüman ve ataerkil bir toplumda farklı olmanın zorluklarını bir kez daha seyircinin gözüne soktu.
Yönetmen Ayşe Toprak kahramanlarıyla kurduğu samimi ilişki sayesinde, özellikle İstanbul'da gözlerden ırak yaşanmakta olan bir dünyaya nüfuz etmemizi sağladı.
Filmde dikkat çeken unsurlardan biri de Suriyeli gençlerin Türkiye'de kendilerini IŞİD tehdidinden azade hissetmemeleri, İstanbul'da yapılmasına izin verilmeyen Onur Yürüyüşü sırasında polisin saçtığı dehşet de cabası…
Jüri Büyük Ödülü
Etkinliğin Büyük Jüri Ödülüne layık görülen City of Ghosts (Hayaletler Kenti) adlı belgesel de etkisini tüm dünyada fazlasıyla hissettiren duruma parmak basıyor, çarpıcı film IŞİD'in coğrafyadaki varlığına odaklanıyordu.
Yönetmenliğini Matthew Heineman'ın yaptığı ABD yapımı film, öfkeli halk unsurlarından müteşekkil Raqqa Is Being Slaughtered Silently (RBSS - Rakka Sessizce Katlediliyor) adlı gazeteci grubunun izini sürüyor. IŞİD dehşetini sahip oldukları tek silah olan medya aracılığıyla teşhir etmeye çalışırlarken RBSS fertlerinin büyük tehlikeleri göze almak durumunda olduklarını görüyoruz.
Suriye, Türkiye veya Almanya'da faaliyetlerini sürdürürken, müşterek kayıp ve acı hisleri onları birleştirip dirençlerini artırıyor. Fakat görünen o ki mücadele daha çok sürecek...
Rojava modeli
Belki de çare bir zamanlar Birleşik Krallık için diplomatlık yapıp görevinden istifa eden Carne Ross'un tavsiye ettiği yoldan yürümek. Accidental Anarchist (Kazara Anarşist) adlı belgeselde, ülkesinin Irak’ı işgaline mazaret oluşturan yalanlara dayanamayarak, yalnız siyasi sistemi değil, kapitalizmin tümünü sorgular hale gelen Ross, Occupy hareketinden Chomsky'ye, 1930'ların İspanya'sındaki anarşist hareketten bugünün Marinaleda örneğine, en doğru istikameti bulmaya çalışıyor.
Anarşist icraatın Sovyetler Birliği'ne tehdit oluşturabileceğine inanan Stalin'in İspanya'daki komünistleri silahlandırmasına ve anarşistleri bertaraf ederek ülkeyi Franko diktatörlüğüne teslim etmesine ne demeli?
Derken görüntü birdenbire Google Earth'e bağlanıp İmralı adasına hızla iniyor ve Ross’un yüzü, aradığı kahramanı bulmuşçasına, ilk defa ümitle doluyor. Murray Bookchin'in The Ecology of Freedom adlı kitabını okuyup Kürt hareketine yön veren Abdullah Öcalan'ın Rojava'da uygulamaya konulan modeliyle haşır neşir oluyoruz.
Ross, Erbil üzerinden Fırat'ı aşarak YPG'nin koruması altında Suriye'nin Kuzeyi'ne geçiyor. Halk tarafından yürütülen devletsiz bir sistemle, hiyerarşinin olmadığı yatay bir özyönetimle karşı karşıyayız.
Toplum sorunlarının tartışıldığı meclislerde kadınlarla erkeklerin oturma yerleri ayrı fakat kadına hürriyet ve söz hakkı tanıyan zihniyet ortama hâkim. YPG'li kadın askerlerin varlığı ve sağlam duruşu bunu layıkıyla ispat ediyor.
Belgeselin yönetmenleri John Archer ve Clara Glynn aydınlık bir gelecek için kendini sivil toplum örgütü çalışmalarına adamış olan Ross aracılığıyla Rojava'nın tüm dünyaya ilham vermesini diliyor olabilirler mi?
Ya Birleşik Krallık'ta, bazılarınca fazla komünist bulunan Corbyn'in anarşist damarı tutar mı? (MT/AS)
* Festivalin toplu sonuçlarına buradan ulaşabilirsiniz.