Habsburg Monarşisi'nin geleceği gözüyle bakılan Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand, 1914 Haziran ayı sonunda, Saraybosna'ya gergin geçeceği baştan belli bir ziyaret gerçekleştirdi. Kent adeta bir barut fıçısını andırıyordu ve Bosna’nın Avusturya -Macaristan imparatorluğundan kopartılmasını ve Sırbistan’la birleşmesini isteyen güçler bir saldırı hazırlığındaydılar.
Arşidük, kente vardığı 28 Haziran 1914 günü ayağının tozuyla bir dizi suikast girişiminden sağ kurtuldu. Panik halindeydi ve canı çok sıkkındı. Ziyareti yarıda kesip, kentten sağ salim çıkabilmek için üzeri açık otomobille Saraybosna sokaklarında ilerlerken, saat 01.15'te, Sırp suikastçı Gavrilo Princip'in saldırısına uğradı.
Princip'in tabancasından çıkan kurşun, Ferdinand’ın boynundan girip çıkarak, arkasında duran eşine saplandı. Habsburg monarşisinin bu iki temsilcisi de birkaç saat içinde can vereceklerdi.
Geniş yığınların belleğinde, savaşlar, tıpkı devrimler gibi, çoğu kez önemsizmiş gibi duran bir olay tarafından tetiklenmiş gibi görünür. Her şey sanki beklenmedik bir kazanın, yanlış anlamalar zincirinin sonucu gibidir.
Oysa o uzun 1914 yazı boyunca sürdürülen umutsuz diplomatik girişimlerin, patlama potansiyeli taşıyan bölgesel gerginliklerin ardında başka bir gerçek yatmaktaydı.
Kapitalist devletlerin çıkarları ayrışmış, her biri mevcut sorunlarını yayılmacılık yoluyla çözme eğilimi taşıyan birbirine rakip emperyalizmler, dünya düzeyinde bir çekişmenin girdabında hırsla silahlanmaktaydılar. Dolayısıyla on milyondan fazla askerin ve altı milyon sivilin can vereceği korkunç, sanayileşmiş ve devasa bir yıkımının koşulları son 15 yıldır içten içe olgunlaşmaktaydı.
1876 yılında Afrika kıtasının yalnızca yüzde 10’luk bir kısmı Avrupalı emperyalist güçlerin idaresi altındaydı. 1900 yılına gelindiğinde ise, kıtanın sadece yüzde 10’luk bir parçası halen kısmen bağımsız durumdaydı. İngilizler, Fransızlar ve Belçikalılar tüm kıtaya tabiri caiz ise çökmüş, Almanya ve İtalya gibi yeni güçlere pastadan sadece küçük dilimler bırakmışlardı.
Oysa 19. yüzyılın sonunda süratle sanayileşerek bir büyük güç haline dönüşen Almanya, kendisine bırakılan küçük dilimlerle yetinmeye hiç hevesli değildi. Alman burjuvazisinin belirleyici bir kesiminin eğilimi haline gelen “dünya gücü olma” hayali, Çin’den, Ruwanda, Burundi ve Alman Doğu Afrika’sına, Fas’ın denetimi için savaştan, Berlin Bağdat Demiryolu aracılığıyla Osmanlı devleti üzerinden bir koridor açarak, Basra körfezine, geniş bir alanda operasyon yürütmeyi gerektiriyordu.
Gelin görün ki, hangi yöne gitseler diğer emperyalizmlerin sömürgeleri, üsleri ve istasyonlarından oluşan aşılmaz bir bariyere çarpmaktaydılar. Marksizm tarafından ortaya konan temel bir yasa hükmünü icra etmekteydi; Emperyalizmler yayıldıkça birbirleriyle çatışma eğilimleri de artmaktaydı.
Sıradan insanlara gelince, hemen herkesin fikri, bu zafer ve refah vaat eden savaşın sonbahara, bilemediniz Noel’e kadar süreceği yönündeydi. Savaş patlak verdiği sırada Viyana’da sürgünde bulunan Rus devrimcisi Leon Troçki, bu bakış açısını azgın bir milliyetçilikten ziyade, insanların bunaltıcı hayatlarına karşı geliştirdikleri bir tepki olarak değerlendiriyordu.
“Hayatları her gün umutsuzluğun monotonluğu içinde geçen insanlar pek çok; bunlar modern toplumun başlıca dayanağı. Seferberlik alarmı onların hayatlarına umut verici bir şey olarak giriyor; bilinen ve uzun süredir nefret edilen devriliyor ve yeni ve olağan dışı şeyler onun yerini alıyor…”
Yıkım savaşı
Büyük savaşa askeri karakterini kazandıran kuşkusuz büyük orduların süratli harekâtına dayanan “Manevra Savaşlarıydı”. Ne var ki çok geçmeden devasa ordular çamurlu siperler içinde sıkışıp kaldılar.
Yalnızca 5 ay süren Verdun’deki siper savaşında 23 milyondan fazla mermi kullanılacaktı. Bu kitlesel, örgütlü ve kolektif yıkım deneyimi çok geçmeden merkez Avrupa’da birkaç metrelik siperlere sıkışmış çaresiz askerlerin çok boyutlu bir kriz süreci içine sürüklenmesiyle, ama daha çok kendi subayları ve egemen sınıflarından tiksinmeyle özdeşleşecek bir sınıf savaşıyla sonuçlandı.
Askerî açıdan bu yeni savaş, kitlesel yıkımlara yol açan yeni ve modern silahların varlığıyla tanımlanmaktaydı. Özellikle zehirli gaz, uçak, dretnot, zeplin, tank ve denizaltı, savaş endüstrisinin yeni aktörleri olarak sahneye çıkmıştı.
Marksist bakış açısıyla, emperyalistler arası bir paylaşım savaşı olarak tanımlanan bu süreç, işçi sınıfı ve ezilen yığınlar için daha önce tanık olunmamış boyutta bir yıkımı beraberinde getirdi. Avrupa emekçilerinin yaklaşık yarısı süratle birbirlerine karşı savaştırılmak üzere cepheye sürüldü.
Savaş endüstrisinin devamı için fabrikalara kadın işçilerin kabulünün ise hem geleneksel aile anlayışı hem de politik örgütlenme deneyimleri üzerinde çok boyutlu sonuçları olacaktı. Bu dönemde, sivillerin kitlesel imhası, yaygınlaşan açlık ve baskı karşısında kadın emekçilerin damgasını vuracağı bir savaş ve kapitalizm karşıtı hareketin doğuşu, üzerinde durulmayı özellikle hak etmektedir.
Düşman içimizde
2. Enternasyonal’in devasa partilerinin, daha önce olası bir savaşa karşı almış olduğu kararı yok sayarak, kapitalist hükümetlerin savaş kredileri lehinde tutum alması ise dünya işçi sınıfı adına kesinlikle trajik sonuçlara yol açacaktı.
On yıllar süren kapitalist ilişkileri reformlar yoluyla “insanileştirmeye” dönük yaklaşım hem politik temelde hem de parti inşa çizgisi temelinde meyvelerini vermişti. Yalnızca Alman Sosyal Demokrat Partisi çoğunluğunu değil, Avusturya ve Fransa Sosyal Demokratlarını ve hatta Rusya’da Plekhanov’u ve Anarşist kuramcı Kropotkin’i bile ulus savunusunda birleştiren bir hattı söz konusu olan.
Dünya işçi hareketi, 2. Enternasyonal çoğunluğunda kristalize olan bu perspektifteki partilerle, iktidarın devrimci zaptını hedefleyen “Devrimci savaş partileri” arasında ayrıştı.
Bu sonuncu ve azınlıktaki çizginin başlıca temsilcisi kuşkusuz Rusya’daki Bolşevik partiydi. Ama Sırbistan’dan, Alman Sosyal Demokrat Partisi azınlığına dek taraftarları vardı. İsviçre’nin dağlık kasabası Zimmerwald’de 38 delegeyle bir uluslararası konferans düzenleyecek bu siyasal çizginin ana sloganı “düşman içimizde” idi.
Devrimci Yenilgicilik olarak da adlandırılan bu çizgi özünde, her devrimci partinin kendi ülkesindeki yayılmacı/ emperyalist çizginin yenilgisine odaklanmasını içeriyordu. Emperyalist savaş kaçınılmaz bir şekilde işçi sınıfı ve ezilen yığınların, namluları kendi burjuvazilerine yöneltecekleri bir hatta ele alınmalıydı.
Programatik açıdan berraklaşmış, ne yaptığından emin birkaç yüz militandan oluşan bir çekirdek, 1915 yılından itibaren doğu cephesindeki siperlerden başlayan bir isyan ve eylemlilik dalgasının başını çekecekti. Ordu içine sızmalar, şifreli yazışmalar, yer altı gazeteleri, gizli komiteler, karşı siperdekilerin dilinde propaganda metinlerinden oluşan bir alet çantaları vardı.
Şurası çok açık ki, çamurlu siperler içinde başlayan bu devrimci isyan çalışması olmasa, bu isyancı zemin içine sızacak savaş karşıtı bildiriler, siper gazeteleri ve devrimci propagandacılar da olmazdı. O devrimci propagandacılar olmaksızın asker konseylerinin, barış hareketinin ve gelecekteki devrimci dalganın önderlerinin açığa çıkması da mümkün olmazdı.
O devrimci propagandacılar, Romanya’daki Rus siperlerinden, Verdun cephesindeki Caures düzlüklerinde Fransız birliklerine ve Kiel’deki Alman donanma üssündeki Alman denizcilerine tek bir sloganı usanmaksızın taşıyacaklardı: “gerçek düşman içimizde”
Kim ne derse desin, Birinci Dünya Savaşı, kesinlikle başını çeken güçlerin beklemediği koşullar altında sona erecekti. Ekim Devrimi, Rusya’nın hızla savaştan çekilmesine, savaş planlarının akim kalmasına ve sermaye egemenliğinin ilga edildiği yeni bir işçi devletinin inşasına yol açmıştı.
Fransız ordusu isyan dalgalarıyla boğuşmaktaydı. Alman askerlerinin ve halkının açlık isyanları bir süre sonra monarşinin yıkılmasıyla sonuçlanacak bir devrimci dalgayı tetikledi. Alman egemen sınıfları ancak bu isyan dalgasıyla başa çıkamayınca savaştan çekilmeyi kabul edecekti. İngiltere ve Fransa’nın üzerinde ise yeni bir hegemonik güç olarak ABD yükselmekteydi. 1919 yılında ilk savaşa son veren Versay Anlaşması, kesinlikle büyük patlamanın ötelenmesinden başka bir anlam taşımıyordu.
(BT/EMK)