Eski Genel Kurmay Başkan Yardımcısı General Ahmet Çörekçi, Temmuz 1995’de Reuters haber ajansı kaynaklı bir haberde şöyle demekteydi: “Terörizmi bitireceğiz, fakat insan hakları ve demokrasi elimizi kolumuzu bağlıyor”.
Uluslararası düzeyde hali hazırda tanımı olmayan bir “terörizm” heyyulası üzerinden yapılan bu açıklama, bir yandan Eski BM Terörizm Özel Raportörü ‘nın ifadeleriyle “duygusal”, “politik”, “olumsuz” ve “seçici” olarak kullanılan “terörizm” tanımına meşruiyet kazandırmak, diğer yandan ise “terörizm” kavramı üzerinden Türkiye’nin 1990’larda içine düştüğü şiddet sarmalının sorumlusu olarak “insan haklarını” ve “demokrasiyi” göstermesi bakımından gerçekten de ibret verici bir örnektir. Geleneksel ya da alışılagelmiş (konvansiyonel) bir güvenlik anlayışıyla, 1990’lı yıllarda “olağanüstü hal” rejimi kapsamında çözümlenmeye çalışılan Kürt sorunu, en nihayetinde Türkiye’yi tam anlamıyla batağa sürüklemişti. Ne yazık ki, bu anlayışın etkileri ve uzantıları günümüzde halen devam ediyor.
“İnsan hakları ve demokrasi mi yoksa güvenlik mi?” gibi yapay bir ikilem üzerinde temellenen ve güvenliği askeri ve polisiye tedbirlere indirgeyen geleneksel ya da alışılagelmiş güvenlik anlayışı 1990’lı yılların Türkiyesi ile sınırlı kalmadı. ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül 2001 saldırılarının ardından uluslararası bir boyut kazandığı gibi ülkesel ve bölgesel düzeyde pek çok otoriter uygulamanın temel dayanak noktası oldu. Buna karşılık özel anlamda insan hakları savunucuları “insan hakları olmadan güvenlik olmaz” söylemini kullanırken, genel olarak toplumsal hareketler “sosyal adalet”, “insanlık onuru” ve “demokrasi” taleplerini dile getirdiler. Henüz gereği gibi yaygınlık kazanmamakla birlikte, “güvenliği insanileştirmek” yaklaşımı üzerinden bir grup aktivist ise günümüzde “insani güvenlik” kavramına işaret ediyorlar.
İnsani güvenlik
Yazar Ali Bayramoğlu, Özgecan Aslan cinayeti vesilesiyle merkezine “insanı” alarak art arda kaleme aldığı köşe yazılarında, bir yandan insani güvenliğin gündelik yaşam pratiklerimizde nerelere tekabül edebileceğinin güzel bir örneğini sunarken, diğer yandan ihtiyacımız olan güvenliğin “insani güvenlik” olduğuna vurgu yapmıştı. Peki, “nedir bu insani güvenlik?” ve son günlerde Cizre, Silopi ve Sur’da dumanlar yükselirken gündelik yaşam pratiğimizin neresine denk düşüyor?
Geleneksel ya da alışılagelmiş güvenlik anlayışına alternatif olmanın ötesinde, bireylerin insan hakları, demokrasi, insanlık onurunu ve sosyal adalet yönündeki taleplerini gündelik yaşamına yansıtma potansiyeli taşıyan ve yenilikçi bir yaklaşım olarak “insani güvenlik” kavramını, bazı uzmanlar İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin Giriş kısmında yer alan “dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş” olma ve “insanlık onuru” ifadelerine kadar dayandırabilmektedir. Zira insani güvenlik günümüzde kısaca “korkudan ve muhtaç olmaktan azade olma ve haysiyetli bir yaşam hakkı” olarak tanımlanıyor. Ancak, ilk kez Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü’nün (UNDP) 1994 İnsani Kalkınma Raporu'nda, geniş bir çerçevede sunulan insani güvenliği yedi ana başlık altında ele alınmak mümkün: Ekonomik güvenlik, gıda güvenliği, sağlık güvenliği, çevre güvenliği, kişisel güvenlik, toplum güvenliği ve politik güvenlik. Özetle, (1) ekonomik güvenlik bireylerin yaşamlarını sürdürebilecekleri temel geçim kaynaklarının garanti edilmesini; (2) gıda güvenliği herkesin fiziksel ve ekonomik açıdan temel gıdalara erişimini; (3)sağlık güvenliği hastalıklardan ve sağlıksız yaşam tarzlarından korunmayı; (4) çevre güvenliği doğanın tahrip edilmesinin önüne geçilmesini; (5) kişisel güvenlik bireyin devlet, devlet dışı aktörler ya da diğer bireylerin fiziksel şiddetinden korunmayı; (6) toplum güvenliği kültür kaybının önlenmesi ve etnik şiddetten arınmayı; ve (7) politik güvenlik ise insan haklarından tam olarak faydalanmayı içeriyor.
İnsani güvenlik yaklaşımı giderek artan oranda sosyal sorunların farklı alanlarına uygulanmaya başlayan bir yaklaşımdır: Çatışmaların çözümü, önlenmesi ve barış; hesap verebilirlik ve şeffaflık; şiddet ve zulümden sağ kalanların korunması; uzlaşma ve sosyal adalet; vb gibi.
Helsinki Yurttaşlar Derneği’nin uzunca bir süredir Batı Balkanlardaki ortaklarıyla birlikte ülkemizde ve bölgede barış, uzlaşma ve insani güvenlik için çaba harcıyor. Buna karşılık alışılagelmiş ya da geleneksel güvenlik anlayışı, Türkiye Cumhuriyetinde olduğu üzere, güvenliği askeri ya da polisiye bir güvenliğe anlayışına indirgemekte ve güvenliği “ulusal ya da milli güvenlik” ve “kamu güvenliği” olarak sınırlandırmaktadır. Türkiye toplumu olarak birincisinden çok ikincisine aşina olduğumuz gayet açık.
Nitekim yaklaşık bir aydır Türkiye Cumhuriyeti devleti ve onu temsil eden AKP hükümeti Cizre, Silopi ve Sur’da açılan “hendeklerin” etrafından dolaşarak ya da üzerlerine köprüler kurarak, kendi yurttaşlarıyla temas etmek ve “insani güvenlik”lerini tesis etmek yerine; tankla, topla ve tüfekle “kamu güvenliği” sağlamak ve yeni “hendekler” açmakla meşgul.
Hendek metaforunu bir kenara bırakacak olursak, ülkenin batısından doğusuna otoriter uygulamalar ve şiddet kullanarak, adı konmamış bir olağan üstü hal rejimiyle iktidar olmanın sürdürülebilir bir politika olmadığı çok açık. Daha da ötesi, insani güvenlik yerine insanlığa karşı suçlarla muhatap olmak bu ülkenin kaderi olmamalı. Bu nedenle gelinen noktada, AKP hükümeti gelecekte nasıl anılacağına artık bir karar vermek durumunda. Başlattıkları demokratik reformlara devam eden ve toplumsal barışı temin eden bir hükümet mi; yoksa ihtiraslara ve kibre kapılmış bir halde, ülkeyi kaosa ve krize sürükleyen bir hükümet mi? (HA/HK)
* Fotoğraf: Diyarbakır - AA