“El Camino de Santiago” Santiago yolu demek...
Santiago de Compestela, İspanya’nın Galiçya bölgesinin başkenti.
Bu yol Hristiyanların hac yolu olarak bilinse de, günümüzde daha çok gezmek ve spor amacıyla kullanılıyor.
Ancak onca yolu yürüdükten sonra, bizim gibi başka nedenlerle yolu yürüyenler de hacı diplomasını alıyorlar.
Yol sadece doğasıyla değil, aynı zamanda tarihsel dokusuyla da insanların dikkatini çekiyor.
Yolun tamamını yürümek 4 ile 5 hafta sürüyor ve yaz tatili iznini kullanmak isteyenler bakımından bu yolu bir kerede yürümenin pek mümkünü yoktur.
Bu nedenle birkaç yıl arka arkaya izninin bir kısmını kullanarak, yolun belli bir etabını yürüyüp, ertesi yıl kaldığı yerden devam edenlerin sayısı hiç de az değil.
Ayrıca İspanyollar için her yıl bir kaç gün yürümek, hatta belirli mevsimlerde hafta sonunda spor yapmak isteyenler için de bu yol harika bir seçenek.
Santiago’da birleşen bu hac yolunun başlangıç noktaları farklı farklı.
Paris’ten başlayarak Santiago’da biteni, Portekiz’den Santiago’ya okyanus boyunca yürünen yol, bizim başladığımız St Jean Piord de Port’dan başlayarak vadiden ya da Pireneler üzerinden giden hat daha sonra tek bir hatta birleşerek Santiago’ya ulaşıyor.
Her yıl bu yolu 100 binden fazla insan yürüyormuş.
Kışları daha çok profesyonel dağcılar yürüse de bu yolu, organizasyon her mevsim yürümeye göre planlanmış.
Bu yolun en çok da ilkbaharda yürünmesi öneriliyor.
Gerçi yaz mevsiminde de yol güzergahı tek kelimeyle harika...
Yol boyunca sararmış başakların ve yemyeşil üzüm bağlarının ortasında yürürken, sık sık yol güzergahının ilkbaharda nasıl olacağını tahmin etmeye çalışınca, ilkbaharda doğanın bir başka güzel olacağı sonucuna ulaştım.
Ancak bizim gibi amatörler için ilkbaharda yürümek pek akıllıca bir seçenek gibi gözükmedi.
Yazın ortasında bile Pireneler’in başından eksik olmayan sis ve yağışın, ilkbaharda yolculuğu nasıl zorlaştıracağını tahmin etmek pek zor değil.
Dini nedenlerle bu yolculuğu yapanlar, yol boyunca yürürken arındıklarına ve Santiago’da St.Jemas’in küllerinin bulunduğuna inanıyorlar.
Santiago’ya vardıklarında hacı oluyorlar ve Katedral’de düzenlenen büyük tören sonrasında kutsanıyorlar.
Lakin hacı diploması almak için ise, en az yolun 200 km’sini yürümüş olmaları gerekiyor.
Yolculuk esnasında ulaştıkları her konaklama yerinde pelegrinolar isterlerse şayet, köy ya da kasabanın kilisesinde hacılar için akşam saatlerinde yapılan özel ayinlere katılıyorlar.
Santiago’daki büyük töreni Akocan’la izledik; törenin finali görkemli olduğu kadar büyüleyiciydi...
Akocan merak ettiği için yolculuk esnasında bir kilisede düzenlenen törene katılıp nasıl kutsadıklarına dair merakını da giderdi.
Bu yolu dini nedenlerle yürüyenlerin ne kadar bir ağırlık teşkil ettiğine dair somut bir bilgi edinemedim.
Fakat yolculuk boyunca karşılaştığım yürüyüşçülerin büyük çoğunluğunun gezme ve spor amacıyla bu yolu yürüdüğüne tanık oldum.
Neden Santiago sorusunun yanıtı ise Yakup’un küllerinin orada gömülü olduğuna inanmaları.
Bir rivayete göre; İsa’nın oniki havarisinden biri olan balıkçı Zebedi’nin oğlu Yakup, M.S. 44 yılında Kudüs’te Romalılar tarafından öldürülür ve gömülmesine izin verilmez.
Yakup’un müridleri kemiklerini gizlice bir gemiyle İspanya’ya götürürler.
Fransa kıyılarında gemileri batınca, sahile çıkarlar ve Santiago yolunu takip ederek İspanya’nın Galiçya bölgesine ulaşırlar ve Yakup’un kemiklerini buraya gömerler.
Yakup’un kemiklerinin gömüldüğü yer kilisenin karşı çıkmasına rağmen, kutsal bir yere dönüşür ve tam orada Santiago De Compostela kenti oluşur.
Bunun üzerine kilise Santiago’yu Hristiyanlığın 3. kutsal şehri olarak ilan eder.
Bin yıllık bir tarihi geçmişi olduğu söylenen Santiago yolunu yürüyenlere Pelegrino/Hacı deniyor.
Çok eskiden henüz bugünkü organizasyon yokken, yolunu kaybederek hayatını kaybeden pelegrino sayısı hiç de az değilmiş.
Günümüzde deniz kabuğu işaretleri yol boyunca size mihmandarlık ediyor.
Bazı büyük kentlerde ise yolunuzu yine kent içinde kaldırım taşlarının arasına yerleştirilen kabartma deniz kabuklarını takip ederek buluyorsunuz.
Yolun tüm dünyada bu kadar çok tanınmasını, yazar Paulo Coelho ile sinema aktristi Shirley Mc Clain’in bu yolu yürümesine ve anılarını yazmalarına bağlıyorlar.
Yolculuk öncesi Paulo Coelho’nun “Hac” kitabını okudum.
Ve yol boyunca kitapta belirtilen konaklama yerlerinde yazarın anılarından izler aradım.
Tabi en güzeli de, “The Way” filmini yolculuk öncesinde izlemiş olmamız ve yolculuğumuzun belli bir noktasında filmin çekildiği noktalardan birini görmemiz oldu.
Çok büyük bir organizasyona sahip olan Santiago yolunu yürümek isteyenler, geceliği 5 ila 10 Euro arasında “alberge” dedikleri yerlerde konaklıyorlar.
Ayrıca bu yolculuk boyunca belediyelere ait “municipal” dedikleri konaklama yerleri de mevcut ve albergelerden farkı, belediyeye ait olması.
Santiago yolu üzerinde bu organizasyona dahil kilise albergelerinde ise, konaklamak ücrete tabi değil; sadece 1-2 euro bağış karşılığında kalınabiliniyor.
Alberge dedikleri bu konaklama yerlerinde sadece ve sadece Pelegrinolar kalabiliyor.
Bir Pelegrino’nun kendisini kanıtlamasının tek yolu da, yürüyüşün başlangıç noktasında kayıt yaptırdığı yerde ilgililerin kendisine verdiği ve yolculuk boyunca kullandığımız pasaport dedikleri kimlik.
Ulaştığınız her konaklama noktasında kaldığınız albergeye girişi bu pasaportla yaptığınız için, bir önceki kaldığınız yerin damgası ve kaldığınız tarihe bakarak, kalmanıza izin veriliyor.
Çok özel bir sağlık sorunu olmadığı koşullarda, her “alberge”de sadece bir gece konaklanabiliyor.
Diyelim ki ulaştığınız bir şehir çok hoşunuza gitti ve bir gün fazladan orada kalmak ve gezmek istiyorsunuz, o zaman ya bir otel ya da hostel bulmanız gerekiyor.
Biz Akocan’la yürüyüşümüzün beşinci gününde Pampulona’da bir gün kalıp gezmek istediğimizde, bir gece kaldığımız yerde, ertesi gün kalamayacağımızı, bir hostelde kalmak istersek de kişi başına 45-70 Euro arası ücret ödememiz gerektiğini öğrendik.
Albergeye kişi başına 5 Euro ödedikten sonra ertesi gün bu kadar ücret ödemekten vazgeçip, arenayı izledikten sonra yola devam etmiştik.
Bir başka kural da, herhangi bir “alberge”de kalabilmek için günde en az 15 km yürümüş olmak.
Akşamları saat 22.00’de ışıklar kapatılıyor, kapılar kilitleniyor.
Sabah en geç 08.00’de albergenin boşaltılmış olması gerekiyor ki, o gün gelecek yolcular için temizlenip, hazırlanmış olsun.
Bu nedenle albergeler o gece kalan pelegrinoları yolculadıktan sonra kapılarını öğlenden sonra 14.00-15.00’e kadar kapatıyorlar.
Albergeler hapishane ya da asker koğuşları gibi...
Odaların büyüklüğüne göre, yan yana ranzalar sıralanıyor.
Kadın ve erkek ayrımı yapılmaksızın gelenlere yatak numarası ve günlük kullanım için hazırlanmış yastık ve çarşaf veriyorlar.
Bu yolculukta herkes uyku tulumunu birlikte taşımak zorunda...
Kalınan albergelerin bir kısmında mutfak da mevcut.
Yani ulaştığınız yerde alış-veriş yapabilir ve kendi yemeğinizi kendiniz pişirebilirsiniz.
Biz Akocan’la özel durumlar hariç hep kendi yemeğimizi kendimiz yaptık.
Kahvaltımızı da bir gün önceden hazırlayıp, sabah iki saat yürüdükten sonra yol kenarında gördüğümüz güzel bir yerde piknik tadında yapmayı tercih ettik.
Her 100 km’de ve bazı özel zamanlarda konakladığımız kentin sunduğu seçenekleri değerlendirerek kendimize yemek ziyafeti çektik.
Yol boyunca kilometrelerce yürüdükten sonra susuz bir halde ulaştığımız mola yerlerinde çok ucuza taze portakal suyu, tintowerano (çok düşük alkollü içki) ve sangria (eski meyvelerden yapılan ve şarapla karıştırılan bir içki) içerek susuzluğumuzu gidermeyi çok sevdik.
Şimdi sözü noktalayayım, haftaya ilk günün heyecanı ve 29 km. yürüyerek Pireneler’i nasıl aştığımızı anlatacağım... (FE/EA)