İstanbul’dan, Dersim’e ya da devletin verdiği isimle Tunceli’ye gitmenin en kısa yolu Karadeniz yolu; Bolu, Amasya, Erzincan üzerinden Dersim’e doğru devam ediyoruz. Yol boyunca şehirlere kaç kilometre mesafe kaldığını gösteren tabelalarda 300 – 400 km uzaklıktaki şehirlerin bile adları yazıyor ama Tunceli’nin adı hiçbir tabelada yazmıyor, haritanın gösterilmek istenmeyen bir yeri gibi. Çok küçük de olsa ilk Tunceli tabelasını ancak Tunceli il sınırında görüyoruz.
Dersim’e Erzincan yolu üzerinden gidilince Mutu Köprüsü’nden geçiliyor. Mutu Köprüsü iki ülkeyi birbirine bağlayan bir köprü gibi, altında akan dere ise iki ayrı ülkeyi birbirinden ayıran bir dere sanki. Beş şeritli yollardan tek şeritli yolara geçiliyor. Köprü geçilince hemen devasa bir karakol görülüyor, "Dikkat askeri kontrol noktası" yazıyor, çözüm sürecinde olduğumuz için askerler karakolun içine çekilmişler, onlarla karşılaşmadan geçip gidiyoruz. Hemen ardından ikinci sürpriz geliyor. Dağlara yazılmış o malum cümle görülüyor, "Ne mutlu Türküm diyene" 90 yıldır dağlara yazılan bu yazı kimseyi Türk yapamadığı gibi mutlu da edememiş. Bir nefret öznesi olarak olduğu yerde duruyor, silineceği günleri bekliyor...
Tunceli tabelasından sonra ilk durak Pülümür ilçesi. Nüfus tabelada 1700 yazıyor. Pülümür geçildikten sonra eski adı Kızıl Kilise olan Nazımiye ilçesine varıyoruz. Nüfus 1600 yazıyor. Nüfus tabelalardaki sayılar az çünkü Dersim çok fazla göç vermiş, her ilçenin diasporası epeyce fazla.
Nazımiye’ye yolundaki ve Nazımiye’den sonraki bütün karakollar kale gibi. Karakolların etraflarında uzun istinat duvarları ve kale burcu gibi gözlem kuleleri var. Karakollar, halkın güvenliğini sağlamak için değil halkı kontrol altında tutmak için yapılmış. Görüntüleri ortaçağdan kalma kaleler gibi. Bu topraklara barış geldikten sonra hepsi müze yapılabilir.
Yolda karşılaştığımız bir amca misafir olduğumuz arkadaşa hangi civardan olduğunu soruyor. Sarıyayla cevabı üzerine ikinci soru geliyor: asıl adı ne? Cevap: Civrak. Sonra konuşma "bilinmeyen bir dilde" devam ediyor.
Dersim’de bir devletin bildiği ve adlandırdığı hayat var, bir de halkın bildiği ve yaşadığı. Adı değiştirilen şehir, ilçeler, köyler sadece devlet kayıtlarında kullanılıyor. Yakında onlar da değişecek elbet, yazı diliyle konuşma dili aynılaşacak.
Kalacağımız köy Dersim merkeze 1,5 saat, Nazımiye’ye ise 45 dakika uzaklıkta. Varılması zor bir dağ köyü. Zaten Dersim’deki köylerin çoğu ulaşılması zor, yaşaması zor dağ köyleri. Köye varmadan bir yerde duruyoruz, yol kenarında boş arazi üzerinde üst üste konulmuş taşlar görüyoruz. Arkadaşlar dua ediyorlar. Nedir bu diye soruyorum. Cevap biraz ağır... 1938 Dersim katliamında Civrak Köyü’nden kadınlar ve çocuklar dahil olmak üzere 54 kişi alınmış. Köyden alınan insanlar yaklaşık 10 km sonra yol kenarında katledilmiş, katledildikten sonra yakılmış. Gündem taze, duyar duymaz bana hatırlattığı ilk şey Rojava! Orada da Türkiye Cumhuriyeti’nin desteklediği İslamcı çeteler halkı katlediyor. Dersim’deki devlet geleneği 90 yıl sonra Rojava’da devam ediyor...
Söylemeye gerek var mı bilmem ama Dersim’de herkes çok politik. 70 yaşındaki bir amcadan köy kahvesinde, "İşte bunlar hep kapitalizm" gibi bir cümle duyabiliyorsunuz. Türkiye devrimci hareketinin önemli isimlerinin adları parklara ve sokaklara verilmiş.
Birçok insanın başına devlet tarafından bir şeyler getirilmiş. Evine bir gece misafir olduğumuz arkadaşımızın abisi olan Alican Önlü, 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde Tunceli Belediye Başkan Yardımcılığı’na seçilmiş ama sadece 15 gün görevde kalabilmiş. Dört yıldır KCK davasından tutuklu.
Kaldığımız köy aynı zamanda Kürt devrimcileri tarafından iyi bilinen, daha çok Doktor Şivan olarak tanınan Sait Kırmızıtoprak’ın da köyü. Genç yaşta katledilen Doktor Şivan köyde hala bir efsane.
Biz Dersim’deyken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da Dersim’deydi. Nazımiye halkı Kılıçdaroğlu’na karşı ikiye bölünmüş durumdaydı. Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) Nazımiye İlçe Örgütü, "Aslını inkar eden haramzadedir" pankartıyla karşıladı Kılıçdaroğlu’nu, CHP Nazımiye İlçe Örgütü ise, ¨Baba ocağına hoş geldiniz¨ pankartıyla.
Civrak köyünün Balık adlı bir mezrasında kaldık. Köyde bir ziyaret var. Ziyaretin köyü koruduğuna ve köye haram lokma sokmadığına dair bir inanış var. Rivayete göre civarda yaşayan ve 1915 katliamında yaşamını yitiren bir Ermeni’nin mallarını birisi çalıp köye getirmiş. O yıl köydeki bütün mahsul telef olmuş. Ziyaretin, katledilen mazlum Ermenilerin malını kabul etmediğine inanılıyor. Rivayet bile olsa başka bir anlam taşıyor hikaye...
Bayramın birinci günü köyde birçok insanın ortaklaşa hazırladığı ve yaklaşık 400 kişinin katıldığı bir hayır yemeği verildi. Yemekten sonra iki alevi Dedesi’nin katıldığı bir Cem töreni yapıldı. Şafi gelenekleriyle büyüyen ben, ilk defa bir Cem töreni gördüm. Cem törenindeki dedeler bazen Türkçe bazen Zazaca konuşuyordu. Dedeler bağlamalarını çalıyor, deyişler okuyor, herkes diz üstü oturup pür dikkat dinliyordu. Cem töreninin sonunda, ibadete gelenlere dağıtılmak üzere hazırlanan lokmalar (Niyaz) getirildi. Lokma sahipleri huzura çağrıldı, helallik alındı. Helallik alındıktan sonra lokmalar dağıtılıyor, Cem törenindeki saflarda kadın, erkek, genç yaşlı ayrımı yok. Herkes bir arada tanrı huzuruna çıkıyor. Anlayacağınız, "Kızlı erkekli ibadet ediyorlar".
Alevilik inancı doğayla çok iç içe ya da Dersim’de böyle. Dersim’deki her dağın, her taşın, her derenin ayrı bir hikayesi var, hatta kutsallığı var.
"Gemlik’e doğru denizi göreceksin sakın şaşırma" diyen şaire cevaben, "Dersim’e doğru dağları, taşları öpen insanları göreceksin sakın şaşırma" diyebiliriz. (AS/HK)