Vicdani ret, siyasi iktidar tarafından kriminalleştirilen, sol siyaset geleneğini benimseyen insanlar tarafından da radikalleştirilen bir tutum olması itibariyle bir kimlik haline dönüşmeye başlıyor: "Vicdani Retçi" olmak. Kriminalleştirilen, radikalleştirilen ve yalnızca mağduriyetlerle anılan herhangi bir "şey", erişilmesi güç, büyük bir cesareti gerektiren eylemlermiş gibi algılanıyor. Aynı zamanda bir korku iklimi yaratmakla kalmayıp, bazen hedef haline getiriyor ve yalnızlaştırabiliyor.
Bir insanın tutumunu kimliğine dönüştürme mecburiyetini tartışmaya ihtiyaç duyuyorum. Bu mesele, gündeme bir kişi "mağdur" olduğunda girmese, sürekliliği olan bir siyaset yapılabilse, "vicdani retçi" olmayı bir kimliğe dönüştürme kararı almazdım. Çünkü tercihim, vicdani reddin gündelik hayatta bilinir hale gelebilmesi ve birinin vicdani reddimi açıkladığımı bildiğinde beni kendi algısında "cesur" olarak adlandırmayı bırakması olur. Cesur olmak zorunda değilim ve vicdani reddini açıklamak cesaret gerektirmek zorunda da değil. Dolayısıyla duymaya ihtiyacım olan şey cesaretten çok müşterek bir siyasettir.
'Sivil ölüm' kavramı
Vicdani reddin cesaretle ilişkilendirilmesi ile derdim olduğu gibi bazı kavramlar ve söylemlerle ilgili de dertlerim var. Aşina olduğunuzu düşündüğüm "sivil ölüm" kavramı, vicdani reddin tartışıldığı alanlarda yaygın bir şekilde kullanılıyor. Aynı zamanda, kanun hükmünde kararnameler ile mesleklerinden ihraç edilen insanlar için de kullanılıyor.
Geçen günlerde iki dostum vesilesiyle (1) kuir edebiyatın öncü yazarlarından biri sayılan Rita Mae Brown'ın "Yakut Orman"ı (2) ile tanıştım. Kitabın 2015 tarihli önsözünde Rita Mae Brown diyor ki; "Düşünsenize, başkalarının sizin için ortaya attığı bir tanımı kabullendiğiniz anda ezilen tarafsınız. Ezilenleri kol kola girmek, gördükleri ortak baskıyı haykırmak, kendilerine ait bir kültür (tabii ki her zaman oldukça gösterişli) yaratmak güçlendirir. Fakat yine de ezilensinizdir."
Sivil ölüm, hukuki bir durumu, yani vicdani ret beyanı olan bir kişinin tüm haklarının gaspını veya bir insanın mesleğinden ihraç edildiğinde karşı karşıya kaldığı devlet şiddetini ifade ediyor. Hukuki anlamda bu kavramın literatüre girmesi kesinlikle bir kazanımı ifade ediyor.
Ancak vicdani reddin medyadaki yansımasında "sivil ölüm" ifadesinin öne çıkıyor olmasının, reddin temelini oluşturan anti-militarist perspektifi ve bu perspektifle itaatsizlik eyleminde bulunan bir insanın içinde hissettiği o güçlü duyguyu gölgede bıraktığını düşünüyorum. Dolayısıyla bir başkasının hayatıma sivil ölüm kavramını kullanarak bakması, Rita Mae'nin dediği gibi ezilen olduğumu hissettiriyor. Kendi nazarımda sivil ölüm ve ezilen olmak, ancak ve ancak dayanışmanın yokluğunda meydana gelebilecek bir durumdur.
Rita Mae Brown "Yakut Orman"ın yine önsözünde "Gücü sizi ezenlerin elinden alın" diyor. Bu cümle, okuduğumdan beri bana çok iyi ve güçlü hissettiriyor. Dayanışmayı hissettiğimde, bu gücü ezenlerin elinden aldığımızı hissediyorum ve bu tarif edilemez derecede güzel bir duygu.
Ekonomik krizde bir vicdani retçi olmak
Diğer yandan, bu yazıyı yazmama neden olan şey, ekonomik krizin göbeğinde bir "vicdani retçi" olarak istihdamın güvencesiz alanında kalmanın yarattığı tahribatı ve ayrımcılığı ifade etme ihtiyacıma dayanıyor. Bu nedenle, insan haklarının çeşitli alanlarında çalışan, tanıdığım veya tanımadığım tüm yol arkadaşlarımın ve örgütlenmelerin ilgisini çekebilmeyi ve biraz da üstüne alınmasını umuyorum.
Hukuksuzluğun olağan hale gelmesi, ne yazık ki vicdani retçiler için sürpriz değil. Türkiye'de karşı karşıya olduğumuz, günden güne daha da derinleşen yoksulluk, vicdani retçileri de etkiliyor. Fakat gözlemlediğim kadarıyla yoksulluk tartışmalarında, devlet şiddetini yaşayan pek çok grup akla gelirken, devletin ekonomik şiddetiyle karşı karşıya kalan vicdani retçiler genellikle akla gelmiyor. Bu yoksun bırakma ve yoksullaştırma tanıdık olsa da kabul edilemez bir ayrımcılığı içeriyor; bu ayrımcılığın akıllara gelmemesi de yaşanılan ihlalleri doğal olarak derinleştiriyor.
Bir vicdani retçinin karşı karşıya kaldığı devlet şiddetini göz önüne aldığınızda (3), sivil ölüm denilen hukuki sonucun bir vicdani retçinin hayatına sirayet etmemesi için geriye kalan tek yol, dayanışma ve ortak mücadeleden geçiyor. Bu nedenle yüzümü mücadele verdiğim alanlara çevirmeye ihtiyaç duyuyorum, yani büyük oranda sivil topluma.
Sivil toplum vicdani retçilere hazır değil
Vicdani reddin bir insanı hukukun olmadığı bir alana ittiğini tüm örgütlenmelerin bilmesini beklemiyorum, çünkü bu konuda bir özne olarak benim de herkes kadar yeterince bilinmemesinde payım var. Fakat itiraz etmek istediğim ve zaman zaman yalnız olduğumu hissettiğim bir şey var ki, o da sivil toplum örgütlerinin kendi içinde bir vicdani retçiyi istihdam etmek için bir düşünsel sürece girmemiş olması ve/veya bundan kaçınması, bununla beraber vicdani ret konusunda mücadele etmeyi yeterince gündemine almamış olmasıdır.
Vicdani ret ve istihdam konusunu, kendi deneyimimden süzerek anlatacağım zira tam da bu sıralar sivil toplumdaki iş ilanlarına başvurular yapıyorum. Bu süreçte dikkatimi çeken şey, ilanlardaki kriterlerin ve vicdani retçiler ile çalışmayı "radikal ve riskli" bulan algının, vicdani retçileri ayrımcılığa maruz bıraktığıdır.
Yalnız kurumların iş ilanlarında değil, vicdani retçi olduğumu ve iş aradığımı bilen hak savunucularının söylemlerinde de bu marjinalleştiren söylemlerle ne yazık ki karşılaştım. Beni bir yere önerebileceğini "ama vicdani retçisin" diye devam ettirdiği cümlesinde önereceği sivil toplum kuruluşunun kurumsal olması dolayısıyla riske giremeyeceklerini söyleyen bir arkadaşım; devletin sivil topluma uyguladığı baskının çok ciddi seviyelere ulaşması dolayısıyla kurumların korkmasını veya çekinmesini haklı bulan bir başka arkadaşım...
Ayrımcılığı yeniden üretmek
Bu insanların bana destek olmak istediklerine dair bir şüphem olmasa da bu söylemlerin beni yalnızlaştırdığını söyleyebilirim. Bir kurumla yaptığım telefon görüşmesinde de devletin vicdani retçilerin çalışma şartları ile ilgili düzenlemelerini paylaştığımda bu kurumdaki kişinin boş bulunarak "biz böyle yasa dışı bir şekilde çalışamayız" demesi benim için daha da büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
Savaş karşıtlığı ve barış, insan haklarını temel alan tüm sivil toplum örgütleri için bir mihenk taşıyken vicdani retçilerin görmezden gelinmesini kabul etmiyorum. Sivil toplum örgütlerinin, vicdani retçilerin çalışma hakkına dair yaşadığı devlet şiddetini göz önünde bulundurarak nasıl çözümler üretebileceğini gündemine alması gerektiğine inanıyorum.
Vicdani reddimi açıkladığımdan bu yana geçen son 3 yıldır, bu çözümü hep ben aramaya çalıştım ve örgütlenmelere çözümler sunmaya gayret ettim ancak bu çözümü bulmaktaki tek sorumluluğun bana ait olmadığını düşünüyorum. Yasaların, kurumlara sağladığı yasal sınırların gözetilmesi elbette ki kurumların hayatta kalması için önemli. Ancak kurumların kendi içine dönüp nasıl alternatifler olabilir diye düşünmüyor olması devlet şiddetinin normalleştirilmesi anlamına geleceği gibi aynı zamanda kolay yolu seçerek ayrımcılığı yeniden üretmeleri anlamına geliyor.
Bu ayrımcılığın gündeme alınmasının herkes için taşımasını umduğum değer, yazı dizisinin ikincisinde ortaya koymaya çalıştığım şey olan, "kolektif/politik sorumluluk"ların vicdani ret açısından yeniden düşünülebilir hale gelmesidir. Yani yurttaş olarak, her birimizin eylemlerimizde tüm canlıları hesaba katmamıza, karşılıklı bir bağ içinde bu ayrımcılıklara dair sorumluluk alarak harekete geçmemize yönelik muradımı ifade etmeye çalışıyorum.
Bir talebim var...
Bir diğer mesele de istihdam ilanlarındaki "üniversitenin ilgili bölümünde yüksek lisans veya doktora yapılması tercih sebebidir" gibi söylemler. Vicdani retçilerin eğitim hakkının olmadığını hatırlatmak istiyorum. Yani istesem de –ki bir süredir istiyorum- şu anda 30 yaşımda bir üniversiteye kayıt olamıyorum. Başka bir dil ya da kıstas kullanmadığınız müddetçe vicdani retçileri dışarıda bıraktığınızı, bir diğer ifadeyle ayrımcılık yaptığınızı hatırlamanızı umuyorum. Bu dil yerine üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun olması veya bu konuda x yıllık deneyime sahip olması diye ifade ederseniz bu daha kapsayıcı olabilir.
Bazı istihdam başvurularında yer alan kriterler arasında da "askerliğini yapmış kişiler"i aradığını ifade eden sivil toplum örgütleri var. Bunu değiştirmediğinizde vicdani ret hakkını tanımadığınız anlamına da gelebileceğini umuyorum ki gözden geçirirsiniz.
Özetle, sivil toplumun istihdam başvurularındaki dilinin vicdani retçilere dolaylı bir ayrımcılık içerdiğini ifade etmeye çalışıyorum. Kendi mücadele alanlarımda böyle ayrımcılıklarla karşılaşmak da bir hayal kırıklığı yaşatıyor ve bu duyguyu sindirmek istemiyorum. Çünkü değişmesi gerektiğine inanıyorum.
Vicdani retçileri "mağdur" sıfatına indirgemeden, devlet şiddetini gündelik hayatının her alanında hisseden insanlar olduğunu hatırlamaları ve hatırlatmaları; öte yandan da bu şiddetin gündelik hayattaki kabulünü daha fazla tartışmaya açmalarına yönelik sivil toplumdan ve siyasal partilerden bir talebim var.
Talep etmek, kulağa bazen itici geliyor olsa da benim için kendini gerçekleştirmek, mücadele etmek ve birlikte mücadele etmeye davet etmek gibi anlamları olan kuvvetli bir ifadeyi içeriyor. Umarım okuyan herkes şapkasını önüne koyarak düşünebilir ve bu davetimin samimiyetini hissedebilir.
-BİTTİ-
***
1 - Naci Emre Boran ve Hilal Başak Demirbaş'a beni Rita Mae Brown ile tanıştırdıkları için kocaman bir teşekkür etmek isterim.
2 - Rita Mae Brown (1973). Yakut Orman. (Çev. Dılşa Ritsa Eşli). İstanbul: Umami Kitap, 2021.
3 - Bu devlet şiddetini bu yazı dizisinin ilki olan "Vicdani Ret Nedir, Vicdani Retçi Olduğunuzda Başınıza Neler Gelir?" başlıklı yazıda paylaşmıştım.
TIKLAYIN - Vicdani ret nedir, vicdani retçi olduğunuzda başınıza neler gelir?
TIKLAYIN - İnsanlar neden vicdani reddini açıklar?
(AY/AÖ)