İstanbullu Ermenilerden Gugas V. İnciciyan’ın (1758-1833) Türkçesi ancak 1990 yılında Ferit Edgü’nün çabalarıyla yayımlanan Boğaziçi Sayfiyeleri adlı eseri uzun bir aradan sonra tekrar yayımlandı.
İsminden de anlaşılacağı gibi, kitap Boğaziçi’nin semt semt tarihini ve ilk çağlardan bu yana süregelen hikayesini anlatıyor. Kitabın yazılış tarihi 1794 olduğu için bizler yazarından elbette o döneme kadar olan Boğaziçi’nin hikayesini öğrenebiliyoruz. Nitekim Bizans dönemiyle başlayan Boğaziçi tarihi III. Selim (1761-1808) dönemiyle sona eriyor. Yani İnciciyan’ın anlattığı Boğaziçi, hem ilk çağ tarihçilerinin anlattığı, hem de 1784 yılında İstanbul’a ayak basan seyyah Antoine Melling’in eşsiz gravürlerine esin veren Boğaziçi.
Boğaziçi Bizans döneminde balıkçı köylerin bulunduğu şehre uzak bir mıntıka, Sarayburnu’ndaki saraylarında yaşayan vakur imparatorlar için latif bir manzara, gemilerin geçtiği bir güzergahtan fazlası değildir. Saray erkanı yazlık için Boğaziçi’nden ziyade, Trakya taraflarına veya Marmara Denizi’nin başka taraflarına yazlık saraylar yaptırırlar, orada otururlar. Mesela ünlü hükümdar Büyük Constantinus yazlık için Dragos taraflarına giderken, kimi Kalamış ve Fenerbahçe dolaylarını, kimi ılıcaları o dönem meşhur olan Tuzla’yı, kimi Çekmece Gölü kıyılarını, kimi de Silivrikapı ve Yedikule arasında tarihçilerin Bizans Düzlüğü adı verdikleri yeri tercih eder.
Osmanlılar kolera salgınlarından korunmak veya yazlık kullanımının yaygınlaşması gibi sebeplerle Boğaziçi taraflarına yazlık konutlar yaptırsalar da, 18. yüzyıla kadar Boğaziçi gerçek anlamda padişahlar veya sultanlar için bir cazibe merkezi olmakta uzaktır. Nitekim 18 yüzyılda Boğaziçi’ni resmeden Melling’in gravürlerine bakıldığında da, Boğaziçi’ndeki yerleşimin ne kadar az olduğu hemen göze çarpar. Uzun bir dönem boyunca Boğaziçi sahilinde kara yolu olmadığı için, buralarda bulunan yerleşim birimleri İstanbul’un hayhuyundan uzakta kendi içine kapalı bir balıkçı köyü olmayı sürdürür.
Ne var ki 18. yüzyıldan, bilhassa II. Mahmud tarafından Beşiktaş’a sahil sarayının yaptırılmasından sonra saray ve çevresi tarihi yarımadadan ayağını çeker ve Beşiktaş’tan başlayarak Boğaziçi’ne yerleşmeye başlar. Padişahın kardeşi veya kızı olan sultanlar Boğaziçi’nde birer birer kendi sahil saraylarını veya yalılarını yaptırırken, padişahlar da yazları geçirmek için burasını tercih etmeye başlarlar. Çok geçmeden İstanbul sekenesi de bu modaya uyar ve ekabir takımı Boğaziçi’ne peyapey yerleşir. Bu rüzgarla birlikte başta Göksü olmak Boğaziçi’nin sayfiye yerleri, bir zamanların gözde mesire yeri olan Sadabad’ın pabucunu dama atar ve kayık sefaları İstanbulluların en sevdikleri eğlencelerden biri haline gelir. Öyle ki ilk romancılarımız bu kayık sefalarına romanlarında sık sık yer verirler.
İnciciyan, Boğaziçi Sayfiyeleri isimli eserinde, kendi dönemine kadar olan Boğaziçi’nin bu hikayesini kronolojik sırayla anlatıyor. Üstelik kitapta yalnızca tarihi bilgiler değil, Boğaziçi’ne asırlar boyunca verilen isimlerin ve aynı zamanda onun etrafında konumlanmış semtlerin arkasındaki söylenceler de bulunuyor.
İnciciyan’a göre Boğaz sözcüğü ilk defa Türklerden değil, onlardan daha önce burası için benzer anlama gelen Lemon sözcüğünü kullanan Rumlardan türemiştir. Keza kitapta, pek çok dilde burası için söylenen ve Grekçe “öküz/inek geçidi” anlamına gelen Vosporos kökenli Bosphorus kelimesinin kökenine dair bazı söylenceler de mevcut. Mesela Frikyalıların Boğaz’ı karşıdan karşıya öküz/inek sırtında geçtiği, hatta bu olayın anısına Kadıköy’de bir inek/öküz anıtı dikildiği, bu yüzden buraya bu isim verildiği bu söylencelerden biri. Bir diğeri ise gene Frikyalıların buraya geçerken gemilerinin burunlarına inek başı süslemeleri yaptıklarıdır.
İnciciyan, Osmanlı’nın ilk dönemlerinde Boğaz’ın Anadolu yakasına Kocaali (Kocaeli) sancağı denildiğini, bu adın Osmangazi’nin adamlarından biri olan Akçakoca anısına verildiğini, bu sancağın Üsküdar ve Yoros kadılıklarından oluştuğunu belirtiyor.
Üstelik İnciciyan’In kitabında Boğaziçi kıyılarına dizilmiş semtlerin isimlerine dair manzume diliyle yazılmış hikayeler de bulunuyor. Mesela Fındıklı semtinin isminin, bir zamanlar burada fındık ağaçlarının bulunmasından kaynaklandığını, Gümüşsuyu’na buradan çıkan suyun lezzeti için öyle denildiğini, Beşiktaş’ın buradaki Barbaros Hayrettin’in mezarı başında yükselen çifte sütundan ismini aldığını, Arnavutköy’e içinde Arnavutlar yaşadığı için bu ismin verildiğini, Bebek’in zamanında bir şehzadenin çocukken saray bahçesinde dolaşırken gördüğü bir yılandan korkmaması için çevresindekilerin ona bunun bir bebek olduğunu söylemesi, daha sonra bu bahçenin Bebek bahçesi olarak anılmasıyla bu ismi aldığını, Emirgan isminin IV. Murat’ın paşalarından Emirganoğlu Yusuf Paşa’dan kaynaklandığını, Yeniköy’ün aynı anlama gelen önceki Rum ismi olan Neo Kirion’dan geldiğini, Sarıyer’in o dönem burada bulunan ve denize doğru uzanan dağların sarı renkte olduğu için böyle anıldığını da öğreniyoruz.
Kandilli’nin ismine dair ise iki rivayet anlatıyor. İlki Bizans zamanında ismini vermediği bir imparatorun eşinin boğulması üzerine buraya Kan dilli dendiğini, diğeri ise IV. Murat’ın geceleri buraya kandiller astırdığı, semtin isminin bu durumdan kaynaklandığı yönündedir.
Kitapta karşımıza çıkan bir diğer bilgi ise, İstanbul’un Avrupa’daki ve Asya’daki topraklarını birbirine bağlayan bir köprünün bundan asırlar önce Bizans döneminde yapıldığıdır. Rivayete göre İmparator Heraklius katıldığı bir savaştan sarayına dönerken denizde boğulacağına dair bir kehanet kulağına çalınınca, Baltalimanı’nın önünden bir köprü yaptırır ve karşıya öyle geçer.
İnciciyan’ın anlattığı Boğaziçi tarihi, ona kadar ulaşan kaynaklardan aktardığı bilgilerden ibaret. Bugün söz konusu semtler ve Boğaziçi’ne dair başka kaynaklarda farklı söylencelere de rastlamak mümkün. Mesela bu köprü hadisesini İstanbul’a dair en iyi metinlerden biri olan İstanbul (1874)’ün yazarı olan Amicis, Sisamlı Mandrokles’ın binlerce askerin geçmesi için sandalların birleştirilmesiyle oluşan bir köprü yaptırdığı şeklinde anlatır. Dahası İnciciyan, Tarabya isminin Rumca ilaç anlamına gelen olan Farmakia’dan gelmekte olduğunu söylüyorsa da, Gautier İstanbul adlı eserinde dinlendirici etkisi olduğuna inanılan bölgeye eski hükümdarların adeta terapi amaçla gelmeleri sebebiyle semtin zamanla Tarabya ismini aldığını belirtir.
Boğaziçi’nin Sayfiyeleri artık enikonu betonlaşan, artık mazide kalan o eski Boğaziçi’ni anlatıyor. Bugün hala tarihçiler ve edebiyatçılar için revaçta olan bu eşsiz bölgeye farklı bir mercekle bakıyor. Her ne kadar yazar eserinde tarafsız bir tarihçi gibi davransa da, bizler okurken satır aralarında yazarın Boğaziçi’ne olan aşkını da hissediyoruz. Zaten Ferit Edgü’nün de eserin önsözünde dediği gibi, “…Kitabın kendisi bir aşktır. Boğaziçi aşkıdır…” (MK/BK)
* Boğaziçi Sayfiyeleri, Gugas V. İnciciyan, Hazırlayan: Ohan Duru, Alfa Yayınları, Mart 2018.