Uygarlığın ne olduğunu düşündünüz mü hiç? İyi midir kötü mü? Yaşatır mı öldürür mü? Siyah mıdır, beyaz mı? Yerde midir, gökte mi? Bulunduğunuz yerden alıp da götürebildiğiniz bir şey midir? Ya da sizden talep edilir mi; “Bize de getirin şu sevimli uygarlığınızdan!” derler mi gereksinim duyan insanlar/toplumlar.
Bugüne kadar, pek çok kez gördük uygarlığın alınıp uzak diyarlara götürüldüğünü, cebren ve hile ile Irak’ta, Afganistan’da, pek yakınlarda Suriye’de ve dünyanın pek çok yerinde. Ve ne yazıktır ki görmeye devam ediyoruz; yüreklerimiz burkularak, insanlığımızdan yavaşça vazgeçerek.
Uygarlık tanımlarından biri “İnsanların daha iyi bir yaşayışa kavuşmaları ve doğaya egemen olabilmeleri için gösterdikleri çabalardan çıkan sonuçlar.” biçiminde. [1] İnsana, doğaya egemen olmak, her bilinmeyeni keşfetmek/her gidilmeyeni fethetmek yeter mi bilinmez! Bugün bu soru üzerinden gideceğiz biraz da; insanın hırsları, her şeyi, herkesi elde etme isteği, doyumsuzluğu üzerine kafa yoracağız. Sizlerin de bir an nefes alıp düşünmenizi isterim, bugünkü konuklarımızla ve benimle birlikte.
Kendini “imge fabrikatörü” olarak niteleyen ressam Eugenio Carmi ile kendini “sözcük fabrikatörü” olarak niteleyen Umberto Eco’nun öykülerine konuk oluyoruz bugün. Öykülerimiz çocuklar, büyükler ve masallara gereksinim duyan herkes için. Kendinizi bir adım geri çekmeyin sakın. “Bomba ve General”, “Üç Kozmonot”, “Cecü’nün Yer Cüceleri” sizleri bekliyor biraz ötede.
Eco bizleri bomba bir generalle karşılıyor. Generale bomba dememe bakmayın siz, kendisinin bomba olmak gibi bir niteliği yok. Pek seviyor bombaları üniforması yıldız dolu, kötü yürekli general; özellikle de bombalar yağdırmayı insanların üzerine. Sizlerin de bildiği gibi bombalar minicik atomlardan oluşur tıpkı annelerin, sütün, havanın, kadınların, ateşin ve biz insanların atomlardan oluştuğu gibi.
Bir gün bombaların içindeki üzgün atomlar pek çok kedi yavrusunun, pek çok minik kuşun, pek çok çocuğun ve annenin ölmemesi için, çevreleri ağaçlarla ve kırmızı kiremitli beyaz evlerin yok olmaması için gecelerden bir gece generale isyan ediyorlar ve bombanın içini boşaltıyorlar. Atomların, bombanın dışında daha güçlü ve dayanışma içinde olduklarına tanıklık ediyor gözlerimiz.
İkinci öykümüz birbirini hiç sevmeyen Amerikalı, Rus ve Çinli üç kozmonotla ilgili. Kozmonotlarımız hiç bilmedikleri bir gezegene yolculuk yapıyorlar dünyanın üç farklı noktasından hareket eden, üç farklı füzeyle. Bu yolculuğun sonunda bilmedikleri, tanımadıkları yabancı bir gezegene ulaşıyorlar. Öykünün devamında herkesin birbirine anlayış gösterdiğini ve herkesin kendine özgü beğenileri olduğunu fark ediyor kozmonotlarımız. Fark etmelerini sağlayan ise hiç tanımadıkları; altı kolu olan, düşman belledikleri, canına kıymak istedikleri, yüreği sevgiyle dolu yeşil mi yeşil bir canlı.
Eco’nun üçüncü öyküsü kitaba da ismini veren Cecü’nün Yer Cüceleri. İnsanın her istediğini elde edemeyeceğini bizlere yeniden gösteren öykü; dünyada her yeri keşfeden, yeni yerler, topraklar keşfetmek isteyen imparator ve onun Samanyolu Kâşifinin -ki arkadaşları ona SK diyorlar kısaca- öyküsünü anlatıyor. Samanyolu Kâşifinin Cecü gezegenine uygarlık götürme isteği/planı pek tutmuyor, yer cüceleri Samanyolu Kâşifini ikna ediyorlar dünyaya gelip Cecü Gezegeninin uygarlığını yerleştirmek konusunda. Eco Samanyolu Kâşifinin düş kırıklığını aşağıdaki gibi anlatıyor:
SK biraz bozulmuş
çünkü okulda öğrettiklerine göre eski kaşifler
yeni topraklara uygarlık götürdüklerinde,
oradaki yerliler, bunu sorgusuz sualsiz kabul ederlermiş.[2]
Şimdi sorduğumuz soruya, kafa yorduğumuz “uygarlık” durumuna geri dönme vakti. Karşı karşıya olduğumuz sorun belki de her uygarlığı/verileni sorgulamadan kabul etmekte. Generalin, İmparatorun ya da Mars’ı keşfetmeye/uygarlık götürmeye çalışanların, dünyayı, çevreyi, doğayı, hayvanları/canlıları yok etmeye çalışanlara bir dur deme zamanı geldi de geçiyor bile. Kısa bir süre önce yaşamını yitiren Eco usta kalemiyle ve üç öyküsüyle bizlere bir pencere açıyor bu anlamda. Bize düşense az da olsa pencereden başımızı uzatıp ne olup bittiğine bir bakmak/olup bitenlere kafa yormak.
Zamana tanık olmak bizim elimizde; gözlerimizi kapatsak da, kulaklarımızı tıkasak da, kalbimizi hissetmez, akılımızı düşünmez eylesek de bir şeyler oluyor.
Şimdi yavaşça gözlerimizi açalım; görmeye ve duymaya ve hissetmeye ve düşünmeye başlayalım olanı/biteni. (
* Umberto Eco, Cecü’nün Yer Cüceleri, Resimleyen: Eugenio Carmi, Çeviren: Eren Yücesan Cendey, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2016 (6.Baskı), 113 sayfa.