1980'lerde ilkokulda okuyan ve 12 Eylül'ü bir ihtilal ve Kenan Evren'i de bir kurtarıcı olarak ezberlemiş bizler için, darbenin sorumlularını -en azından bir kısmını- sanık sandalyesinde oturur halde görebilmek 40'lı yaşlarımızda mümkün oldu. Yargılamaların içeriğine ve hesaplaşmanın samimiyetine dair yürütülen tüm tartışmalara rağmen, bunu görebildiğim için oldukça memnunum.
Davanın seyri, bu memnuniyetimizi hüzne mi dönüştürür ya da bu dava yolunda ilerlerken yine üzerimize çöken siste yolumuzu kaybeder miyiz emin olamamakla birlikte, bugün için ümidimi korumak istiyorum.
Adalete erişebilmek için ümidimizi korumaktan ziyade yeniden filizlendirmeye ihtiyaç duyduğumuz bir yer var: Filistin.
Geçtiğimiz haftalarda Thomas Lubanga hakkında ilk mahkûmiyet kararını veren Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), Filistin hakkında yaklaşık üç yıldır beklenen kararını 3 Nisan'da açıkladı.
UCM Savcılığı'nın önsoruşturma neticesinde açıkladığı karar, mahkemenin nihai kararı niteliğinde olmamasına rağmen uluslararası alandaki sonuçları itibariyle üzerinde durulmaya ve tartışmaya değer nitelikte.
UCM Savcılığı, 2009 yılı başında Filistin Ulusal Yönetimi tarafından kendisine yapılan başvuruyu inceledi ve Filistin'in UCM yargılama yetkisi bakımından bir "devlet" olup olmadığının belirlemesi yetkisinin kendisinde bulunmadığı gerekçesiyle, soruşturmaya devam edemeyeceğini açıkladı.
Savcılık, bu kararıyla birlikte, Filistin konusundaki hukuki durum belirleme yetkisinin Birleşmiş Milletler'in yetkili organlarında ya da UCM Taraf Devletler Kurulu'nda olduğunun altını çizdi.
UCM'ye Filistin Ulusal Yönetimi'nin başvurusunu hatırlamak ve başvuruya yakından bakmak, süreci açıklamak için faydalı olabilir.
Filistin Ulusal Yönetimi, 22 Ocak 2009 tarihinde UCM Savcılığı'na başvurarak İsrail işgali altındaki Filistin topraklarında 2002 yılından beri gerçekleştirilen saldırılar konusunda Mahkeme'nin yargı yetkisini kabul ettiğini belirtti ve UCM'yi bu topraklarda işlenen suçlarla ilgili soruşturma yapmaya davet etti.
Süreci açıklamaya katkıda bulunabilir düşüncesiyle, başvuru tarihinin, Başbakan Erdoğan'ın Davos'ta meşhur "one minute" çıkışını yaptığı döneme denk geldiğini, küçük bir not olarak düşmek isterim.
Filistin yönetiminin bu başvurusunu anlayabilmek için kısaca UCM'nin yargılama yetkisine değinmek faydalı olabilir.
UCM'nin yargılama yetkisini kullanılabilmesi için, suçun UCM'ye taraf olan bir ülkenin toprağında ya da taraf devletin vatandaşı tarafından işlenmesi gerekiyor.
İsrail, UCM'ye taraf olmadığı için, İsrail ordusunun işlediği suçlarla ilgili UCM'nin yargılama yapma yetkisini kullanması düşünülemez. Ancak UCM kurucu anlaşması olan Roma Statüsü'nde, yargılama yetkisiyle ilgili olarak bir istisna mevcut: Eğer UCM'ye taraf olmayan bir devlet, Roma Statüsü madde 12/3 uyarınca, UCM'ye başvurur ve kendi topraklarında gerçekleştirilen suçlarla ilgili olarak mahkemenin yetkisini kabul ettiğini bildirirse, UCM'nin devreye girmesi mümkün olabiliyor.
İşte Filistin Yönetimi'nin UCM'ye başvurusunun hukuki dayanağını da bu madde oluşturuyor.
Topraklarında gerçekleştirilen saldırı ve suçlarla ilgili Filistin yönetimi tarafından yapılan bu başvuru, konuyla ilgilenen biz hukukçuları oldukça heyecanlandırmış ve hatta Türkiye'de Sudan Devlet Başkanı El Beşir kararı ya da Irak'ta islenen suçların soruşturulmaması gibi nedenlerle UCM'ye oldukça mesafeli duran bazı İslami çevrelerin dahi gözlerinin UCM'ye çevrilmesine sebep olmuştu.
Hatta bu ilgi, Mavi Marmara saldırısı neticesinde UCM'ye Türkiye'den yapılan başvurularla çok daha somutlaşmış ve Mahkeme'nin adalete erişim konusunda bir araç olabileceği düşüncesi yaygınlaşmıştı. Lakin savcılık tarafından verilen bu kararın, ümitleri bir anlamda boşa çıkardığını söyleyebiliriz.
Bununla birlikte, hukuksal çerçeveden bir değerlendirme yapıldığında, savcılığın kararının isabetli olduğunu iddia etmek de mümkün. Çünkü UCM Roma Statüsü'ne göre yargılama yetkisinin tanınabilmesi için başvuranın bir "devlet" olması gerekiyor ve Filistin'in bir devlet statüsünde olup olmadığını tayin yetkisinin mevcut koşullar altında UCM Savcısı'na bırakılması çok doğru değil.
Yine bu konuda savcılık tarafından verilecek olumlu ya da olumsuz bir kararın, mahkemenin "politik kararlar verdiği" yönünde yapılan eleştirilere çok sağlam bir dayanak oluşturacağını söylersek abartmış olmayız.
Bu gelişmeler ışığında, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas'ın Eylül 2011'de Birleşmiş Milletler'e yaptığı BM tam üyelik başvurusunun sonucunun, hukuksal süreci de belirleyeceği anlaşılıyor.
Filistin'in başvurusunun BM tarafından olumlu bulunması için, BM Güvenlik Konseyi'nin 15 üyesinin 9'unun olumlu desteğini alması ve BM Genel Kurulu'nda 2/3 çoğunlukla kabul görmesi gerekiyor.
Ancak başvuruyla ilgili ABD'nin BM Güvenlik Konseyi'nde veto yetkisini kullanacağını açıklamış olması, süreç için ufak da olsa bir umut taşımamızı imkansız kılıyor.
Yine İsrail'in 27 Aralık 2008 ve 18 Ocak 2009 tarihleri arasında Gazze'de gerçekleştirdiği saldırılarla ilgili olarak BM tarafından hazırlanan ve uluslararası insan hakları ve insancıl hukukun ciddi ihlallerinin tespit edildiği, üzerinde çok fazla tartışmalar yürütülmüş Goldstone raporuna rağmen hala uluslararası alanda hiçbir adım atılmamış durumda.
Hangi yönden ilerlemeye çalışırsak çalışalım, Filistin'de işlenen suçların soruşturulması, her zamanki gibi BM'nin eline ve insafına bırakılmış bir halde ve Filistin'in siyasi kaderi tayin edilebilirse UCM'nin yargı yetkisi yeniden gündeme gelebilecek.
Görünen o ki, Filistin ve uluslararası adalet açısından aşılması güç bir kısır döngünün içine düşmüş durumdayız ve Filistin'de adalete erişebilmek için var olan ümitlerimizi de neredeyse tüketmek üzereyiz...
* Özlem Altıparmak, Avukat, İzmir Barosu