Nilüfer Akbal Ciwan Haco ufkuna yakın, incelikli bir rock'a yatkın müziği, uzun aradan sonra çıkardığı "Herîrê"de iyice olgunlaşmış. TRT Şeş'teki programı yüzünden kendisini protesto eden Kürtler varsa, çok şey kaçırdıklarını bilsinler isteriz. Bir+Bİr soruyor, Akbal yanıtlıyor.
Beş yıldır ortada yoksun. Ne yaptın o arada?
Dört yıldır bu albüm üzerinde çalışıyorum. Önce popüler şarkılar seçtim, sonra onlara uygun geleneksel şarkılar aradım, süreç uzadı. Dokuya dokuya bugüne getirdik. İpek kumaş gibi bu albüm, tartarak, biçerek, çok emek vererek ortaya çıkardık. Ama dinleyicimle uyuşamayabiliyoruz, "Miro"dan beri benden geleneksel şarkılar istiyorlar.
"Miro", Kürtçenin serbest bırakıldığı yıllarda yapılan ilk albümlerdendi. Senin yolunu çizmekle kalmadı, Kürtçe müziğin de yönünü değiştirdi.
"Miro", Kürt müziği için bir model oldu. O albümde tüm renkleri birleştirmiştim. Caz ve rock da vardı, sonraki albümlerde kullandığımız her şeyi "Miro"da kullandık. Bu albüm de öyle. "Miro"dan ve diğerlerinden farkı, Türkçe şarkı olmaması. Aslında vardı, ama eklektik durduklarına karar verdik, son dakikada çıkarttık.
Albüme adını veren "Herîre" en sevdiğimiz şarkılardan biri oldu. Düzenlemesi de senin o şarkının...
İnsan yapa yapa bazı şeyleri öğreniyor. Hiçbir şey gökten inmiyor. Yurtdışında uzun yıllar yaşadım, festivallere katıldım, pek çok insan dinledim, çok iyi müzisyenlerle çalıştım. Bunların hepsi deneyim kazandırdı. Şarkı söylemek ses güzelliği değil, bunu anladım. Sesin güzeldir, şarkıcısındır, ama şarkıya mânâsını vermezsen bunun bir anlamı olmaz.
Mânâ da olgunlaşmanla alâkalı bir şey. Yıllar geçtikçe her şey daha çok yerine oturuyor. Mânâsını vererek söylediğin şarkılar hangi dilde olursa olsun, dinleyenin içine işliyor. "Sesim güzel, hadi bunu söyleyeyim" dediğinde olmuyor. Şarkıyı bilmek, yaşamak gerek, bunun için de zaman...
Nereden buldun "Herîre"yi? Geleneksel olmasına rağmen çok bilinen bir şarkı değil...
Irak kültür bakanının davetiyle Irak'a gitmiştim. Gezip dolaşırken, İran'dan gelmiş Hüseyin Şerif adında bir müzisyenle tanıştım. Yıllardır söylemediği en güzel şarkılarını bana söyledi. Benim onu anladığımı gördü, sevindi. Bu, bir müzisyen için çok önemlidir, karşısında kendisine değer veren biri olduğunu hissettiği an coşar. "Herîrê"yi ve "Şîlêre'yi ilk o gün dinledim.
"Şîlêre", Burhan Bayar düzenlemesiyle girmiş albüme...
Oradaki flütü de o çalıyor. Burhan abi bir tanedir. Albümde üç şarkısı var, üçü de uçuyor. Burhan Bayar, Türkiye'de yetişmiş en önemli müzisyenlerdendir. Daha ziyade arabesk camiası adını bilir, ama aslında inanılmaz bir Batı altyapısı vardır. "Pawanekanî" acayip bir düzenleme: Bir yan Batı, bir yan Doğu...
"Pawanekanî"yi Şivan Perwer de söylememiş miydi?
Biraz hızlı bir düzenlemeydi onunki. Ben şarkının makamını, geleneksel özelliklerini ön plana çıkarttım.
Albümde dingin bir rock var. Sakin başlıyor, giderek gerilim artıyor ve en sonunda "Xıdo"da doruğa ulaşıyor. Kimi şarkıları klasik rock trio'suyla (gitar, bas, davul) söylemişsin, kimilerinde de görkemli düzenlemeler var. Ama bir anda girip çalmışsınız gibi bir his oluşuyor dinlerken...
Bu uyumu oturtmak için dört yıl çabaladık, (gülüyor) Eskiden şarkıları çalışıyor, stüdyoya giriyor, çalıyor ve çıkıyorduk, ama albümdeki iki şarkı birbirine benzemiyordu. Burada en önem verdiğimiz şey düzenlemelerin bütünlüğü oldu.
Düzenlemelerin çoğunda Ayhan Evci imzası var. Daha önce de onunla çalışmıştın. Buluşmanız nasıl oldu?
Ciwan Haco sayesinde tanıştım Ayhan'la. Onun konserlerinde hep yanındaydı. Müzikle yatar, müzikle kalkar. "Revingi'yi Strasbourg'da yapmıştım, Ayhan'ı oraya çağırdım, "gel" dedim, "fikirlerine ihtiyacım var". Sonra ortadan kayboldu. Berlin'de bir restoranı vardı, oradan ulaşıyorduk, satmış onu, Amerika'ya gitmiş meğer.
Bir Almanya konseri sonrası bahsi açıldı, biri dedi ki "ben tanıyorum, telefonu var bende". Gecenin üçünde aradık. Fatih Akın'ın son filmine ("Soul Kitchen") konu ettiği mekânda müzisyen arkadaşlarıyla oturuyormuş. Atladık gittik, yeniden bulduk birbirimizi. "Raye"ye başlamak üzereydim. Aslında o albüme Kadir'le (Karakoç) başlamıştım, ama kısa süre sonra onu bir trafik kazasında kaybettik. Çok sevdiğim bir arkadaşımdı, beni bugün durduğum noktaya getirenlerden biridir...
Ayhan gelince, tanıdığı Hintli, Mısırlı müzisyenleri çağırdı. Ben ritmi veriyordum, onlar kopup gidiyordu. Ayhan'ın itiraz ettiği şarkıları Burhan Bayar'a verdim. Bir şekilde ortaklaşa hallettik, birbirimizi kırmadan, üzmeden... Kadınlara adadım bu albümü, şarkıların çoğu kadınlara söylenen şarkılar. Kürt müziği maalesef çok erkek bir müzik. Bu albümde bir "Heseniko" var erkeğe söylenmiş, bir de "Xıdo"; ikincisini bir anne söylüyor, onda sevgililik yok. "Heseniko" bugüne kadar hep erkekler tarafından söylendi, tuhaf bir durum var ortada yani. (gülüyor)
Bu durum, kadın solist yokluğundan mı kaynaklanıyor?
Kadın solist var, ama hep çok geride kalmışlar. Sadece burada değil, Irak'ta da durum böyle. Kürtler yıllardır savaşıyor, yıllardır savaş şarkıları yazılıyor. Bunları söyleyenler de elbette erkekler oluyor. Slogan içeren şarkıları kadınların söylemesi pek makbul karşılanmıyor.
Albümdeki "Sebî Marê", "dayanışma gerek, bir olmalıyız / birbirimize sahip çıkmalıyız" gibi sözleriyle dikkat çekiyor. Bu bir kadın dayanışmasına mı çağrı?
Yok, o genele yapılmış bir dayanışma şarkısı. Solculara sesleniyorum, darmadağınık olduk, birleşelim artık diyorum... Gençliğimde içinde bulunduğum Demokratik Kadın Derneği'ni düşünüyorum, Kıvılcımcılar, Dev-Solcular, Dev-Yol'cular, Kurtuluşçular, TİKKO'cular, birçok örgütten kadınlar vardı ve onları orada birleştiren şey "kadın meselesi"ydi.
Çok şanslıyım ki, İstanbul'a ilk gelişimde böyle bir dernekle karşılaştım. Bu bana çok şey kazandırdı. Şivem var ve sıfır kilometredeyim, hiçbir şey bilmiyorum. Varto'da iki roman dışında bir şey okumamışım, onlar da Vedat Türkali romanları, "Yeşilçam Dedikleri Türkiye" ve "Bir Gün Tek Başına"... DKD'de bana sevgiyle yaklaştılar, Türkçemle dalga geçmediler. O dernekte o kadar çok şey öğrendim ki... Şimdi günümüze bakıyorum, her şey çok gerilemiş. Bireysel olarak ileriye gitmiş olabiliriz ama, toplumsal ilişkiler açısından çok gerideyiz.
Bu noktada, "açılım"ı nasıl değerlendiriyorsun?
Ortada bir söylem var, açılım tartışılıyor, ama açılan bir şey yok! Ben hâlâ heyecanla bekliyorum. TRT Şeş'i desteklemem de bundan. Açıldığı zaman büyük heyecan duydum, barışa bir katkım olsun diye desteğimi esirgemedim. Kardeşin kardeşi öldürmesine artık katlanamıyorum; nokta kadar katkım olacaksa, burası neresi olursa olsun, orada olmak istiyorum. Yirmi yıllık bir arkadaşım var, Ankaralı, geçenlerde beni aradı ve dedi ki: "Seni izliyorum, hiçbir şey anlamıyorum.
Demek ki Türkçe bilmeyenler yıllardır televizyonu böyle izliyorlardı diye düşündüm." Bunu bir kişiye bile hissettirdiysem, empati kurmasını sağladıysam, bu iyi bir şey... Türkler yazıyor bazen, "Nilüfer Hanım, dilinizi anlamıyoruz, ama o kadar güzel söylüyorsunuz ki, sizi izlemekten kendimizi alamıyoruz" diyorlar.
Bu insanlar iki kelime olsun Kürtçe öğreniyorlarsa, "teşekkürler"!, "iyi akşamlar"ı kapabiliyorlarsa ne mutlu bana. Bu iki halk iç içe yaşıyor, birbirlerini tanımaları lâzım, bunun için de böyle şeylerin olması gerekiyor. Bu, birleştirici bir şey. İzleyenler Kürtçenin normal bir dil olduğunu anlıyor.
Böyle bir sorun var, değil mi: Kürtçe siyasî bir dil olarak algılanıyor; ne konuşulursa konuşulsun, siyasî bir şey söyleniyormuş gibi geliyor birçok insana...
Öyle bir algı var, ama bunu yapan da politikacılar. Yıllarca halkı Kürtçeyle korkuttular, Kürtler kendi dilini konuşamadı. Olayı normalleştirmek gerekiyor. TRT Şeş bu işe yarıyor bence. Maria Faranduri Yunanca söylediğinde kimse ona "ne söylüyorsun" diye sormuyor. Asıl açılımın kafalarda olması gerekiyor. Sen yıllarca Kürt realitesini görmemişsin, birileri gelip köylerimizi basmış, yakmış, halkı kin ve nefretle doldurmuş...
Diğer taraf kendi kimliğini ve varlığını ispatlamak için şiddete başvurmuş, karşısında kin ve nefret görünce şiddetin dozu artmış... Burada Türkiye halkının, kendisini Türk diye tanımlayanların kin ve öfkeyi arka plana itmeleri gerekiyor. Karşındakini tanımazsan, yok sayarsan, bir yere varamazsın. Bana öfkeleneceğine, kızıp bağıracağına beni tanırsan, anlamaya çalışırsan, ben de şiddetimden vazgeçerim. Bunun tek çözümü karşılıklı diyalog.
Televizyonlardaki tartışmaları izliyorum, Türk aydınlarına bakıyorum, insaf diyorum. Öyle büyük bir düşmanlıkla söz ediyorlar ki Kürtlerden... Emin olun ki, Türkiye halkı bu devletin Kürtlere yaptığı zulmü tamamıyla bilse oturup ağlar, "biz bunu bilmiyorduk" diye vicdan azabı çeker. Kürtler korkudan anlatamıyor, Türkler orayı görmüyor, politikacıların yöneltmesiyle olay bambaşka bir noktaya gidiyor. Kürt siyasetçiler kelime cambazı oldular, cümleleri nasıl kuralım ki yanlış anlaşılmayalım, karşı taraftakini öfkelendirmeyelim diye diye lâl oldular. Açılım gerçek anlamıyla açılırsa bu yargılar kırılır.
TRT Şeş'te program yaptığın için çok eleştirildin, hatta kimi çevreler seni boykot etme kararı aldı. Bu seni nasıl etkiledi?
Çok etkilendim. Hem maddî hem manevî anlamda... TRT Şeş yüzünden asıl dinleyicim bana küs. Ne yapacağımı bilmez haddeyim. Dinleyicimle bir barış ilan etmek zorundayım, ama bu nasıl bir barış olmalı? Bir türlü adım atamıyorum. Zor durumdayım. Maddî olarak da öyle, çünkü emeğimin karşılığını alamıyorum. Programa gelen sanatçılar da düğünlere çağrılmıyor, konser veremiyor, dolayısıyla konuk da bulamıyoruz.
Bütün yük omuzlarımda, bunu taşımak beni yoruyor. Farkındayım ve yalnızım. TRT Şeş bu acılara değecek kadar önemli mi? TRT Şeş'le ilgili söylediğim bir tek şey var: Ben Roj TV'ye de, Med TV'ye de geliyordum, Türkçe konuşuyorduk, Türkçe şarkı söylüyorduk, gecelerde Türkçe söylüyorduk, sen siyasetini Türkçe yapıyorsun, Türkiye'de gazeteni Türkçe yayınlıyorsun, TRT Şeş 24 saat Kürtçe yayın yapıyor, o halde senin derdin ne?
Çocukluğun görece rahat geçmiş, öyle mi? Babam memurdu, 1966 Varto depreminden sonra oraya elektrik vermek üzere görevlendirildi. Lojmanda, memurların arasında yaşıyorduk, biz- bizeydik. Önümüzden çay akıyordu, arkada çiçekli dağlar, cennet gibi bir yerdi. Ben orada doğdum. Müzikle içli dışlıydık. Babamın evde Gülden Karaböcek dinlediğini hatırlıyorum. Ben de eşlik ederdim.
Sonradan sesimin güzel olduğu ortaya çıkınca bir anda lojmanların gözbebeği oldum. Kaymakam, şehrin ileri gelenleri, yılda bir-iki kere de Ankara'dan büyükler gelirdi, onların önünde şarkı söylerdim. Okulda yarışmalara beni gönderirlerdi, birinci olur gelirdim. Derslerim kötü olsa bile öğretmenler beni geçirirdi, "sen bizi temsil ettin, yoruldun, okul dışında yaptın mesaini" diye. Manyak bir sosyal varlıktım o zamanlar... (gülüyor)
Ailede türkü söyleyen bir sen değildin herhalde...
Alevî bir aileye mensubum. Babam Âşık Veysel dinlerdi, Pîr Sultan deyişleri söylerdi, abim saz çalardı, ben türkü söylerdim. Eğlenceli bir aileydik. (gülüyor)
Sen ne zaman aldın bağlamayı eline?
Abimin parmaklarını izleye izleye bozuk düzen çalmayı öğrendim. Tin tin tin eşlik ediyordum kendime. 1986'da İstanbul'a geldiğimde ilk hedefim Arif Sağ oldu. Yeni bir müzik okulu açmıştı, oraya yazıldım. Taşkın Doğanışık, İrfan Kurt gibi hocalardan öğrendim bağlamayı...
Sonra iki Türkçe albüm yaptın, Hasret Gültekin'in yönettiği "Newroz" serisine katkıda bulundun, ama aslında ilk albümün "Miro" galiba... Hem Nilüfer Akbal adını ilk o albümle duyduk, hem de kendi istediğini yaptın.
Kürtçenin yasak olduğu dönemde yapmıştık o albümü. Gecelere giderdik, türkünün içinde geçen "aman"ı "eman" diye söylerdik, arada iki "le le le" derdik, çılgın gibi alkışlanırdık. Kürtçeyi alenen söyleyemiyorduk. Hal böyleyken bile konseri düzenleyenler biz sahneden iner inmez bizi kaçırır, kuliste saklardı. Başlı başına Kürtçe şarkı söylemek yasaktı.
İki "Newroz" albümü de bu dönemde çıktı, değil mi? Kürtçe şarkıları sen söylemiştin. Bunlar münferit bazı durumlar haricinde adlı adınca yayınlanmış ilk Kürtçe şarkılar arasında...
Öyle, ilk adımı biz attık. "Newroz"lar benim yolumu belirledi. Öncesinde iki albüm yapmışım, adımı duyuramamışım; bu iki albümde Kürtçe söyledim, adım kapakta yazmazken herkes Nilüfer Akbal'ı tamdı! Bunun üzerine 1995'te "Miro'yu yaptım, hâlâ en çok satan albümümdür.
"Miro", Şivan Perwer ve Ciwan Haco'nun açtığı yoldan gidiyordu. Bu iki müzisyeni nasıl değerlendiriyorsun? Kürt müziği dendiğinde akla gelen iki isim hâlâ onlar...
İkisiyle de çok yan yana geldim. Kürt müziği çok ilerledi, pek çok müzisyen var artık, ama Şivan'ı diğerlerinden ayırmak gerek, o bu işin hamallığını yaptığı için önemli. Millet Kürtçeden korkarken o sazı elinde dolandı, her yerde Kürtçe söyledi, albümleri insanlara el altından da olsa ulaştı. Ciwan ise Kürtçedeki tekdüzeliği kırdı, bunun için çok önemlidir.
Son albümde bir halay havası var: "Xezalê".
Bu, olmazsa olmaz bir şey, değil mi? Onu biraz da oynayalım diye yaptım. Kürtler sadece gerçek hayatta değil, şarkılarında da ağlıyor, ağıtlar o kadar fazla ki... Ağlamak ağlamayı, acı acıyı getiriyor. Mutsuz olduğun zaman mutluluğu kendine çekemezsin. Onun için, uzunhavalardan biraz kurtulalım, oynayalım, eğlenelim istedim. Bizim de buna hakkımız var, biz de insanız. Albüme "Xezalê"yi koydum, dedim ki, kendi kendinize oynayın, ne bu efkâr? (gülüyor) (E/EÜ)
* Röportajı Bir+Bir dergisinin ekim sayısından alıntıladık.