Diyarbakır’ın kavurucu sıcağının yaşandığı bir gün yine. Dışarıda şehrin kalabalığının uğultusu, onkoloji polikliniğindeki odamda ise derin bir sessizlik…
Karşımda evre 4 kanser tanısı almış bir hasta oturuyor. Gözlerinde, hastalığın yarattığı korku ile umudun kırıntıları iç içe. Masamda patoloji raporu, PET-BT sonucu ve diğer tetkikler sıralı. Sakinlikle tedavi seçeneklerini ve umudun ihtimallerini konuşuyoruz.
Hastaya bazı ilaçların yaşam süresini uzatabileceğini, yaşam kalitesini artırabileceğini söylüyorum:“Bu ilaçların etkili olduğuna dair güçlü bilimsel kanıtlar var, Türkiye’de de ruhsatlılar. Ancak devletin geri ödeme listesinde yoklar. İsterseniz kendi imkânlarınızla temin edebilirsiniz ya da devleti dava edebilirsiniz.”
Bu konuşmanın ardından hastamın yüzüne bir gölge düşüyor. Hayat ile ölüm arasındaki çizgi, artık sadece tıbbın değil, cebindeki paranın da belirlediği ince bir hat hâline geliyor.
Tam o sırada, odanın penceresinden ağır ve uğultulu bir ses yükseldi. Diyarbakır semalarının alışıldık, insanın içini delen sesi… Gökyüzünde alçak irtifada süzülen bir savaş uçağı, hedefe gitmek üzere hızla uzaklaşıyor. O uğultu, yalnızca motorun gücünü değil, bu ülkenin bütçe tercihlerinin yönünü de anlatıyor.
Bir an hepimiz susuyoruz. Aklımızdan aynı şey geçiyor: Hastama “kaynak yok” denilen ilaç parası, belki de o uçağın tek sortisinde, birkaç saat içinde harcanıyor.
Eğer bütçe daha çok savaş için değil, sağlık için ayrılmış olsaydı, şu an karşımda oturan ve daha birçok hasta tedavisini alabilecekti. İlacını düzenli kullanabilecek, belki birkaç ay, belki 1-2 yıl daha sevdiklerinin yanında kalabilecek. Onun yaşamına, yaşam katılacaktı.
Bu sahne, yalnızca bir hastanın hikâyesi değil. Ülkenin dört bir yanında, kanserden kalp hastalıklarına, nadir hastalıklardan kronik rahatsızlıklara kadar binlerce hastanın hikayesi. Hastalar, “ödenmeyen” ilaçlar, geciken tedaviler, yapılamayan ameliyatlar, çöken sağlık sistemi nedeniyle hayata tutunmaya çalışıyor. Kaynaklar ise yaşamı uzatacak, acıyı azaltacak tedavilere değil, yaşamı yok eden silah sanayiye akıyor.
(Neyse ki yakın zamanda kanser tedavisinde kullanılan birçok immünoterapi ilacı geri ödeme listesine alındı. Ancak geçen sürede bu ilaçlara ulaşamayıp kaybettiğimiz hayatlar, bu gecikmenin telafisi olmayan bedelini hatırlatmaya devam ediyor.)
Savaş sağlığı yok eder
Savaş ve çatışma yalnızca cephelerde değil; insanların yaşam alanlarında, hastanelerde, sokaklarda ve evlerde derin yaralar açar/ açıyor da. Hekimler olarak bizler, bu yaraların en yakın tanıklarıyız.
Silah sesleri sağlık hizmetinin sürekliliğini bozar. Yollar kapanır, hastaneler hedef alınır, tedaviye ihtiyacı olanların bakım akışı kesilir. Yaralılar, hastalar, bakım ihtiyacı olanlar en temel sağlık hakkından mahrum kalır.
Savaşın bedeli yalnızca ölenlerin sayısı ile ölçülmez. Yoksulluk derinleşir, temiz suya ve besine erişim kısıtlanır, salgın hastalıklar yayılır. Travma ve kayıp, kuşaklar boyunca süren ruhsal yaralara dönüşür.
Bir toplumun sağlıklı geleceği barışın güvenli ikliminde yeşerir; çatışma ortamında ise kurumaya mahkûmdur. Silahlara ayrılan her kaynak, toplumun sağlığına, eğitime ve temel ihtiyaçlara ayrılabilecek bütçeden eksilir.
Sağlık sistemini güçlendirmek, hastaneleri donatmak, koruyucu hekimlik hizmetlerini yaygınlaştırmak yerine savaş politikalarına aktarılan her lira, halkın yaşam hakkından çalınır.
Hekimliğin etik yükümlülüğü
Yaşamdan yana olan bir mesleğin mensupları olan biz hekimler biliyoruz ki sağlık hakkı evrenseldir; dili, kimliği, inancı ya da politik görüşü ne olursa olsun herkesin hakkıdır. Bu hakkı korumanın yolu yalnızca hastalıkları tedavi etmekten değil; savaşı önlemekten, barışı savunmaktan ve savaşın kök nedenlerini ortadan kaldırmaktan geçer.
Barış, yalnızca savaşın bitmesi değil; bütçenin, emeğin, bilginin ve umudun, yaşamı korumak için seferber edilmesidir. Barış, aynı zamanda halkların eşit ve onurlu bir yaşam sürebilmesidir. Kürt sorununun demokratik, adil ve kalıcı çözümü; çatışmaların bitmesi, köylerin yeniden canlanması, sağlık hizmetlerinin en ücra mezraya kadar ulaşabilmesi demektir.
Bu ülkenin önünde iki yol var: Ya hayatı tüketen bu kısır döngü sürecek ya da halkların eşit, özgür ve barış içinde yaşayacağı bir gelecek kurulacak.
Bu nedenle barış süreci yalnızca siyasetin değil, halk sağlığının da temel meselesidir. Çünkü sağlık; eşitlik, adalet ve barış olmadan mümkün değildir.
(HY/RT)







