Batının birçok büyük illerinde kar sadece yüzünü göstermekle yetinip asıl haşmetini, şefkatini(!) doğu bölgelerine sakladığı bu günlerde kış mevsimine uygun soğuğu ülke olarak her yerde hissettiğimiz yetmezmiş gibi bir de Tarantino’nun kışını yaşıyoruz. Bizim soğuğumuz, kar’ımız bize yeter de artar, sen çıkınındaki diğer şeylerden bahset diyeceklere hazırlıklı gelmiş Tarantino. The Hateful Eight filmiyle şu sıralar sinema salonlarında arzı endam ediyor. Mevsimine uygun bir film olmuş!
The Hateful Eight, Tarantino’nun Django’dan (Zincirsiz) sonra western tarzına devam ettiği yeni filmi. Bu kulvarda gezinmek hoşuna gitmiş olacak ki senaryosu internete düşmesine rağmen filmi çekmekten vazgeçmemiş. Film her yerin kar altında kaldığı, fırtına ve tipinin adeta bir kamçı gibi yüzümüzü kestiği bir doğa manzarasıyla başlıyor. Atların dışında oyuncular oldukça sakindir. Kameraman dâhildir bu sakinliğe. Yönetmene diyecek bir şey yok çünkü sakin atın tekmesi pek olur deyiminden ve önceki referanslarından da biliyoruz ve bekliyoruz; bu sakinliği hayra alamet değildir.
Filmin konusuna değinmek gerekirse; elindeki kanun kaçağını –ki bu haydut bir kadındır- Red Rock kasabasına götürüp kanuna teslim ederek ödülü almak isteyen ödül avcısı John Ruth’un (Kurt Russell) yolda başka bir ödül avcısı Major Marguis Warren (Samuel L. Jackson) ile karşılaşmasıyla başlıyor. Fırtınadan dolayı bir kulübeye sığınmaları sonucu gelişen olayları anlatıyor. Kulübede bunları bekleyen dört kişi daha vardır. Aslında ilk dört bölümde bu dört kişinin bunları beklediğini pek anlamayız, daha çok fırtınadan dolayı tesadüfen oraya sığınmış gibidirler. Yönetmen sığınılan kulübeyi (bar) bilerek geniş bir salonu olacak şekilde seçtiğini ilerleyen zamanda anlıyoruz. Daha çok bir tiyatro havasında, uzun diyaloglarla geçer ilk bölümler. Filmin uzun olmasını da göz önünde bulundurursak seyircinin sıkılma ihtimali hiç de uzak değildir. Ama bizim “Haylaz” yönetmenimiz diyaloglardan her kesin aslında bir şekilde birbirini tanıdığını ve ortak noktaları olduğunu göstererek bunun da üstesinden gelir. Herkes kirlidir, temiz kimse yoktur aralarında. Daha çok bir polisiye havasında ilerler film.
Öykü kısa zaman aralığında geçiyor. Abartılı kostümler daha çok alaysı. İlk bölümde başrolde müzik ve doğa var. Tape (2001) ve 12 Angry Man (1957) filmleriyle ortak noktalarından biri tek mekânda geçmesi ve gerilimi dozunda, yavaş yavaş vermesi bu türün olmazsa olmaz özelliklerini görmezden gelinmeyeceğini göstermiş.
“Zenciler ne zaman korkarsa o zaman beyazlar güvendedir” repliğiyle beyazların tarafından bakarken, “Siyahların güvende olduğu tek an, beyazların silahsız oldukları andır” diyerek siyahların halet-i ruhıyesini de es geçmeyen yönetmen, aşağılanan, horlanan, kadın karakter Daisy Domergue (Jenifer Jason Leigh) adeta bundan zevk alır nitelikteki oyunculuğuyla oldukça başarılı. Cellâdına âşık bakışları, ölüme gitmekten korkmayan, ölümle dalga geçen Daisy, sekiz erkekli filmde tek kadın oyuncu olması, yönetmenin başka bir hesabının olduğuna işaret ediyor olabilir.
Daisy’nin gitarı bir çello gibi çaldığı bölüm sinema tarihine geçebilecek bir sahneye aday olmasına çok da uzak değil. The Hateful Eight filmi Tarantino öğeleriyle dolu, sadece seyircinin azıcık sabırlı olması gerekiyor. Oyunculukların oldukça başarılı olduğu filmde daha çok “eski kurtlar” bir araya gelmiş gibi. (HB/HK)