Kadınların yaşlanmayla imtihanı üzerine yazı yazmak istiyordum ne zamandır. Geçtiğimiz hafta Harbiye Açık Hava’da gittiğim Ajda Pekkan konseri ve yeni kavuştuğum kırk ikinci yaşım vesile oldu, artık yazmanın zamanı geldi dedim.
Bu topraklarda kendine Süperstar diyerek bu makamda yer edinmiş bir kişi varsa, o elbette Ajda Pekkan’dır. Daha ben doğmadan şarkı söylemeye başlamış, bizler 1980'lerde estetiğin “e”sini duymamışken yüzünü gerdirmiş, burnunu kaldırmış, zaman içinde kendi bedeninden bambaşka bir beden oluşturmuş ve yetmiş yaşında hala şarkı söyler halde karşımızda olmayı becermiş biridir Ajda Pekkan.
En sevilen sanatçılarımıza Türkan Şoray kirpiği, Zeki Müren göbeği gibi kendi şahıslarına münhasır nitelendirmeler nasip olmuşken, tanımlamakta zorlandığımız ve piyasaya aida çay bardağı olarak sürülmüş çay bardağı, kısa bir süre içerisinde halk arasında “ajda bardak” olarak anılır olmuştur. Netice itibariyle Ajda Pekkan’a baktığımızda kafamızda beliren sorulara bir yenisi daha eklenmiş ve Süperstar ışığının etkisiyle olsa gerek, bir bardağa bakıp “ama neden Ajda?” diye sorar hale getirmiştir bu durum bizleri. Nedensiz ve tanıma gelmez hadiselerin insanı Ajda’ya da zaten böylesi yakışır.
Çocukluğumdaki şarkılarını ezbere bilirim ben Ajda’nın. Öyle bir “Boşvermişim dünyaya” diye söyler ki, eşlik ederken hayatın çok kısa olduğunu fark eder, gerçekten belki de yaza çıkamayız düşüncesine inanıveririz. “Petrol”ü Eurovision’da söylerken sesi güzeldir Ajda’nın, ama dansıyla milletimizi yeterince temsil edememiş, bir türlü şöyle layıkıyla kıvıramamıştır. Dansı yeni öğrenmeye çalışan bir ergen misali sallanır bedeni sahnede, süperstardır ama sanki çalan müziğe bile bedenini bırakamaz, koyuveremez kendini bir türlü.
Kadınların bedenleri üzerindeki baskı ve denetim, insanlık tarihi kadar eski. Zaman ve mekan değişse bile, sadece denetim ve baskının şekli değişiyor. Modern toplumun bedenlerimiz üzerindeki “modernleşmiş” baskılarını, neredeyse özgür ruhumuzun seçimleri ve kendimize olan saygının göstergeleri olarak kabul eder hale geliyoruz. Ve bu baskının gönüllü uygulayıcıları olarak, diyet yapıp zayıflamayı sağlıklı yaşam, saçımızı boyamayı kişisel bakım olarak algılayıp, bu baskının gönüllü etkilenenleri ve kabullenicileri oluyoruz.
Norm bedenler içinde yer alma çabasının baskı ve yoruculuğunu her nasılsa fark etmiyor ve kilolu ya da saçını boyamayan bir kadının, aslında kendisine bakmadığını ve özen göstermediğini düşünüp anında mahkum edebiliyoruz. Yüzümüze nemlendirici sürmemiz yetmiyor, gözümüze ayrı, dudak çevremize ayrı kremler sürüyoruz. Ne kadar genç ve güzel görünüyorsak o kadar başarılıyız ve kendimizi iyi hissediyoruz.
Bununla da yetinmiyor, kendimizi kısıtlayacak her türlü kıyafetin içine büyük bir keyifle giriyoruz. Topuklarının yüksekliği ya da ayakkabısının modeli nedeniyle koşmayı ve yürümeyi kendine imkansız haline getiren, tırnaklarının uzunluğu nedeniyle bir şeyi tutarken, açarken zorlanan kadınlara dönüştürüyor sistem bizi. Güzellik uğruna daha güçsüz ve kırılgan olmak, adeta kadınlığımızın bir göstergesi gibi…
Normun azıcık dışına çıktığımızda, bir ucube gibi hissetmemiz an meselesi. Ortaokuldayken, aileme ve yaşıtım kızlara göre biraz hızlı ve çokça boy atmıştım ve ayaklarım, o zamanlar bir kadına hiç de yakışmayacak bir boyuta, kırk numaraya ulaşmıştı. Kadın reyonlarında kendime ayakkabı bulamazken, ayaklarım büyük diye utandığımı ve kendimi anormal hissettiğimi itiraf etmeliyim. Hatta erkek arkadaşımın ailesinin evine gittiğimizde, annesinin bana uzattığı hiçbir kadın terliğine ayaklarımın girmemesi ve evin salonunda babasının terlikleriyle oturmak zorunda kalmamla neticelenen travmatik anlarım, sonraki yıllarda kısa boylu erkeklerin dünya ahiret kardeşim olmasına vesile oldu benim.
Heteronormatif düzen içindeki “normal” duruşumuzun biraz dışına çıkıldığında duyulan bu rahatsızlık, normal algımızı da tartışmaya açtıran bir şey. Öyle ki göğüslerimiz büyük görünsün diye süngerli sütyen takarken normaliz ama o silikonu göğüs içine taktırırken bir rahatsızlık hissediyoruz.
Sıkılaştırıcı ürünler, saç dökülmesine karşı şampuanlar, daha düzgün dişler için yaptığımız güzellik hamleleri mubah iken, saç ekimine, estetik müdahaleyle güzelleşmeye çoğumuz mesafeli duruyor. Bu normalden anormale geçiş çizgisi, konu kadınsı güzelleşme ve estetik olunca, çok da net değil. Belli bir noktaya kadar, kendine saygı ve bakım ifadesi olarak adlandırılan şeyler, çizgiyi aşınca kendinden hoşnutsuzluk ve kabul edilemez bedensel bir müdahaleye dönüşebiliyor.
Bir kişinin spor salonunda saatlerini geçirip zayıflamaya çalışması, saçlarına hiç de doğal görünmeyen şekilde fön çektirmesi, diyet yapması, tüylerini aldırması kendisine bakmanın bir göstergesi olarak saygı görürken, botoks yaptırmak, yağlarını aldırmak ya da yüzünü gerdirmek bedeninden hoşnutsuzluk ifadesi kabul edilebiliyor. Aslında “normal”i oluşturduğunu düşünüp kabul ettiğimiz tüm bu davranış biçimi ve kalıplar da içinde yaşadığımız düzen tarafından oluşturuluyor. Öyle ya da böyle, geniş ya da dar, bir çemberin içinde duruyor normalimiz ve çember dışındaki her şey anormal oluyor ve aslında normalimiz, çemberimizin çapıyla doğru orantılı.
Kadın bedeni, imaj ve imgelerle seyirlik ve gözetlenen bir nesne haline geldiği andan itibaren üzerinde denetim de kurulmuş demek aslında ve bu denetimin ne kadarını kendi özgür irademize dönüştürdüğümüz tartışmalı. Kaşımızı aldırırken hissedilen denetim neyse, birisi poposunu kaldırtırken de yaşanan o aslında. Bedene yapılan her tip müdahale ve dönüştürme eylemi, fiziksel bir değişim ve morfozu içerdiği gibi, aslında kimlik, sosyal ve kişisel aidiyet gibi konuları da içeriyor.
Ajda Pekkan, tam da bu noktada, bedene müdahalenin sınırlarını fazlasıyla aşmış biri olarak karşımızda duruyor. Kadınlığını, güzelliğini ve gençliğini sürdürebilmek adına kendinden başka bir şeye dönüşen ve belki de bu şekilde kendini var eden bir ikon. Judith Butler’dan alıntıyla, cinsiyetlerimiz inşa ediliyor ve performanslarla ortaya koyuluyorsa ve toplumsal cinsiyet dediğimiz kavram, bedenin tekrar tekrar dönüştürüldüğü bir dizi edimden oluşuyorsa, Ajda Pekkan’ın kadın olmayı ve yaşlanmamayı performe eden bir ikon olmasının nedeni belki daha rahat anlaşılabilir.
Ajda Pekkan’ın Kaos GL tarafından yapılan ankette ikinci sıradaki gey ikonu olması da, bence bir tesadüf değil (İlk sırayı Hande Yener’e kaptırmış ve dikkatinizi çekerim, Hande Yener de kendine kraliçe diyerek albüm yapmış durumda). Kendinden bir başka ben çıkarabilmesi, ihtişamlı duruşu ve bir şekilde androjen bir görünüşle karşımızda durması, sanıyorum bu seçimde büyük bir etken.
Ben, Ajda’nın sanki güzelliği ve yarattığı bedeni bozulmasın diye asla sevişmediğini düşünürken, geçtiğimiz yıllarda büyük bir dürüstlükle çıkıp altı kere kürtaj olduğunu söylemesine oldukça şaşırmış ve bu söylemi takdir etmiştim. Bedeni üzerinde mutlak bir egemenlik kurup dönüştüren bir kadının, söz konusu kendi doğurganlığı olduğundaki kontrolsüzlüğü kafamı kurcalasa da, en nihayetinde tüm bunlar için tek özet var: Ajda’nın bedeni, Ajda’nın kararı.
Türkiye’de değişim, popüler kültür ve modern kadın imajı bağlamında yazılmış iki tane yüksek lisans tezine konu olmuş Ajda Pekkan. Tüm bunları yazarken, Ajda’nın Uçan Süpürge tarafından en cinsiyetçi reklam seçilen Polisan boya reklamında oynamasını, “erkekler aldatmalı ama bunu göz önünde yapmamalı” diyerek sağ olsun yol göstermesini, kendini nesneleştirmenin bir sembolü olmasını elbette not düşmek lazım.
Ancak yabancı parçalar üzerine Fikret Şenses ve Ülkü Aker gibi iki kadının kaleminden Türkçe sözlerle hayat bulmuş ve sözü, hissi kadından yana şarkılara Ajda Pekkan’nın ses ve hayat verdiğini hatırlamak iyi olabilir. Aranjmanlar müzikal olarak değer görmese de, ben “I will survive” yerine “Kapı açık, arkanı dön ve açık, istenmiyorsun artık” diye söylemekten daha çok keyif alıyorum.
Sükûnetle gelen yeni yaşım ve yetmiş yaşına meydan okumak için bir kadının harcadığı çabayı görmek yazdırdı bu yazıyı bana. Kadınların yaşlanmasına dair Luce Irigaray çok güzel yazmış. “Bir ağaca bakarsınız, bir yıl içinde bozulduğu için değil, ölçüleri, dallarının sayısı vb geliştiği için biçimin değiştiğini görürsünüz. İnsanlar her yıl, bir önceki yılla arasında bir devamlılık olan, ama bir önceki yıldan farkı da olan yeni bir oluşumu gerçekleştirebilir. Bu durumda bir yıl daha yaşlanmak, kendi oluşumunun seyrine giden yolda biraz daha ilerlemek anlamına gelir.”
Büyük ya da küçük, bir çember içinden söylediğimizin farkında olarak, Ajda Pekkan’ın sesi kulaklarımızda ve çayımız ajda bardaklarımızda bitirelim yazıyı. Bu sene Onur Yürüyüşü’nde Taksim’de söyleriz diyordum, olmadı. Ama seneye yine aynı yerdeyiz, hepinizi bekleriz:
“Hür doğdum, hür yaşarım
Kime ne, kime ne
Köle miyim sana ben
Sana ne, sana ne
Zararım kendime
Kime ne, kime ne
Sen bak kendi derdine
Sana ne, sana ne” (ÖA/NV)