Yiğit Özgür - Uykusuz
Psikiyatr divanına uzanmış tipin konuşma balonunda yazan “Bazen çok güzel bir şey olacakmış gibi hissediyorum ama olmuyor” sözlerini… Cevaben psikiyatrın elinde yazan ‘angut’ tespitini okuyup… “Aynı biz” hissiyatına epeyce bir güldükten sonra ben de ‘divan’a döndüm anılarımda. 90’lı yıllara…
‘Cam tavanı delen kadınlar’ kontenjanında, bir asırlık bir gazetenin ilk kadın genel yayın yönetmenliği sırasında şahsi sorunların da tavan yaptığı, aklımdaki düğümlerin birbirine dolanıp boğulma hissi yaşadığım bir dönemde, ben de yatmıştım psikiyatr divanına. Şizofrenik bir bölünme haliyle, işteki o ‘güçlü’ kadın; divanda gözyaşları arasında asıl gücünü; kalbindeki, varlığından henüz haberdar olmadığı Hızır’ı arıyordu…
Ruhundaki arkeolojik kazı sırasında ne cevherlerle karşılaştı, nasıl yangınlarla buluştu, içinde volta atan nice pişmanlığa hayretlerle baktı bilseniz… Öyle sersemletici, öyle zorlayıcı, öyle acımasız bir yüzleşmeydi ki, uzman bir arkeolog olan psikiyatrı bile onun dibe vurmasının, o seanslar sonucu depresyona yürümesinin önünü alamadı. Ama girildiği gibi çıkılıyordu da bu meretten, öyle de oldu.
Sonra bir gün ‘divan’dan kendiliğinden kalkıp ‘bitti’ dedi. ‘Artık anlatacak, cevabını bilmediğim soru yok. Kendime söylediğim yalanlar, oynadığım polyannacılık da kalmadı. Her şeyin farkındayım. Gerçeği gördüm, gerçeğin bilincine erdim. İçimde beni ağırlaştıran/boğan/yoran hiçbir sır kalmadı. Kabuk kırıldı. Bu yeni/taze ben’im…”
Bir yıl boyunca her hafta uzandığım o ‘divan’dan hafiflemiş, yenilenmiş, içindeki her gizin, her cevherin, her eksikliğin, her yaranın, her fazlalığın farkına varmış olarak kalkıp yürüdüm. Psikoterapi bitmişti.
Bir süre devam eden neşeli/uçucu/hafif adımlarım, kısa sürede yerini durgunluğa bıraktı ama. Artık ‘hasta-doktor’ durumundan ‘arkadaşlık’ kıvamına dönüşmüş ilişkimizde psikiyatristime sordum bu durumu. ‘Neşeliyim ama mutlu değilim, neden? Kendimi daha mutlu hissetmem gerekmiyor muydu? Bende mi kabahat yine?”
Gülümseyince çizgi halini alan gözleriyle yine derin, yine çok şefkatli baktı. Dedi ki:
“Gerçeklere ulaşıncaya kadar bilemediğin, tanımlayamadığın acılar çekersin. Gerçekle karşılaşınca tıpkı senin yaşadığın gibi çarpılırsın. Sonra durulursun. Gözündeki katarakt kalktığı, içindeki miyop/astigmat tedavi edildiği için her şeyi eskisinden berrak ve net görürsün, bu seni ilk anda mutlu eder. Tıpkı buradan kalkıp gittiğin günkü gibi. Ama artık bulanık görmüyorsundur. Her şey çıplak, her şey olduğu gibidir. Net bakışınla hiçbir ayrıntı gözünden kaçmaz. Ve bu da seni elbette her zaman mutlu etmez. Yaşadığın bu. Normal, sıradan, olması gerektiği gibi. Hiçbir kabahatin yok…”
‘Keşke içime bu kadar derin, bu kadar ayrıntılı bakmasaymışım o zaman. Sökmeyeymişim ruhumu parça parça. Eskisi gibi polyannacılığa devam etseymişim. Kendimi kendimle kandırıp mutlu olsaymışım. Ne işe yaradı şimdi bunca zahmet, bunca acı, bunca zaman? Mutlu olamadıktan sonra…” diye sordum ona; biraz hayalkırıklığı, biraz gücenmişlikle.
Gülmedi bu kez, ciddileşti, anlattı:
“Sen şimdi bir kaya gibi sağlamsın. Evet, olayları net çıplak gözle gördüğün, pembe gözlüklerini elinden aldığım için mutlu olmayabilirsin. Ama göreceksin ki, karşılaştığın en zor durumlarda, bir başkasını anında yere serecek fırtınalarda sen sadece hafiften titreyeceksin. Dimdik duracak, savrulmayacaksın. İçinde yeni keşfettiğin bu güç, seni hep sağlıklı yollara ulaştıracak. Kimseye ihtiyaç duymayacaksın, bana bile. Bu sözleri, karşılaştığın fırtınalarda hatırlayacaksın, şimdi memnun olmasan da..”
Hayatımın en yaralayıcı, aynı zamanda en onarıcı deneyimiydi o divanda geçirdiğim zamanlar. Ve hayat bana, karşıma çıkan olaylar, bazen bodoslama çarptığım duvarlar, her defasında rahmetle/sevgiyle/minnetle andığım psikoterapistimin dediklerini harfiyen kanıtladı. İçimde keşfettiğim o kılavuzun yol göstericiliği sayesinde başıma gelen ne kadar ‘yok artık, daha neler’ dedirtecek nice olaydan sağ salim sıyrıldım. Yaralar, bereler, ezikler alsam da. Sarsıldım düşmedim. İncindim serilmedim. Kırıldım çok kez, kimseyi baston yapmadan kendime tutunarak yürümeye devam ettim. Sevdiklerimin, dostlarımın desteklerini, sınırsız sevgilerini, şefkatlerini hep yanıbaşımda, kolumda, omzumda hissederek elbet.
Hani şimdi memleket fonunda çalan Zeki Müren’li şarkının “Sorma ne haldeyim, sorma kederdeyim / Sorma yangınlardayım zaman zaman / Sorma nöbetlerdeyim başım duman” dizelerindeki gibi hissediyoruz ya kimimiz… (yüzde kaçlık dilimiz, onu da bilmiyorum ya artık) Hani görüp de görmemezlikten geldiğimiz gerçekler, o meş’um gecede yüzümüze okkalı bir Osmanlı tokadı gibi çarptı ya. Hani çok kırıldık, hani kendimizi büyük bir ihanete uğramış gibi hissettik ya. Hani ‘aldatıldık; kimi oylarımızı çaldı, kimi de umutlarımızı’ diye migrenlerden migren beğenip sabaha kadar kusanlarımız oldu ya… Meydana çıkmış kimi yiğitlerin “Ben sizin yalan ve hilelerinizle baş edemedim, bu bana dert oldu. Ama ben de sizin önünüzde diz çökmedim, bu da sana dert olsun” diyeceğini umduk, ipi boynuna kendi elleriyle geçirip sandalyeye ayağıyla tekme vurup infazını kendi yapacağını sandık ya. Henüz bilemediğimiz o karanlık saatlere nasıl ince senaryolar yazıp; kendimize, ülkemize, geleceğimize çok acıdık ya…
Beddualar yağdırdık yine, elimiz kırılaydı dedik bir daha, ruhumuzu lime lime edenlere, emeklerimizi kursağımızda bırakanlara, ‘baltanın sapı bizden olduğu için’ bu kez daha çok kızdık, daha çok öfkelendik, daha çok kırıldık ya…
Ah, keşke bu ülkeyi baştan sona, bir ‘divan’a yatırmak mümkün olsaydı… Keşke polyannacılık oynama evresini geride bırakıp gerçeklerle çok önceden yüzleşmiş olsaydı. Acıların, kimi kabuklu kimi taze yaralarının nedenlerini niçinlerini bilmiş olsaydı. Hep yüzleşemeden, yasını yaşamadan ruhun en diplerine süpürülmüş tüm acıların birikmişliğiyle, yeni durumlarda, yeni büyük belalarda nasıl hareket edeceğini, vazgeçmemeyi, pes etmemeyi bilirdi o zaman. Karşılaştığı fırtına karşısında, sallansa da titrese de bertaraf edecek, dayanacak gücü bulurdu. Şimdi çoğumuzun içgüdüsel olarak hayatta kalma uğruna yaptığını yapmaz, kenara çekilip ‘yaşasın pembe gözlüklü hayat’ demezdi, ‘Umut yoksa, elimde inat var’ derdi.
O muhteşem yazıdaki gibi yazardı.(1)
“Şimdi eğilip bir bakın...
Ayağınıza dolanan ve yüzde altmışlık bir oranla iktidarı sırtınızdan atmanıza engel olan nedir?
Bundan sonra nasıl bir akılla bu iktidar sınırlarda dolaşmayan bir fark yaratılarak hızla alaşağı edilir?
Sandıkları terk etmeyin.
Umudu da terk etmeyin.
Ama bu arada gerçekleri sakın görmezden gelmeyin.”
Ya da “tekeden bile süt çıkaran inanç yetmez, iyi görmeniz, ondan bir Seyit Rıza çıkıp çıkmayacağını iyi bilmeniz gerekirdi. Şimdi uğradığınız o derin hayalkırıklığı, aldatılmışlık hissiyle yüzleşiyor olmazdınız” derdi ben gibi.
Seçimlerden bir gün önce “Kimselerin vakti yok susmaya” başlığıyla Tuğçe Isıyel’in bana iyi gelen, içime çok dokunan gazeteduvar’daki bir yazısını hatırlatayım istedim. Psikoterapiyle açtık yazıyı, bir psikoterapistin kalemiyle sonlandıralım. Çünkü asıl şimdi ‘sessizlik, suskunluk’ zamanı…
“Kimi anlatılar, kimi yaşantılar, kimi şehirler susturur insanı. Bu suskunluğa izin verdiğimiz ölçüde içsel bir bahçe inşa ederiz. Dünyanın karmaşasından oraya sığınabiliriz zaman zaman. Orada demlenip, mayalanırız. Ruhsal bağışıklığımızı güçlendiririz. Bünyemize sessizlikten ‘vitaminler, moraller’ veririz.
Evet biliyorum, kimselerin vakti yok ne dinlemeye, ne susmaya. Dolayısıyla ‘ince şeyleri anlamaya’ da… Bu yüzden ayarlarımız iyice bozuluyor. Politik, psikolojik, sosyolojik tüm ayarlarımız. Arızalanıyoruz git gide.
Son zamanlarda memleketin duvarlarına, mitinglerdeki pankartlara hatta alnıma filan Lao Tzu’nun şu satırlarını yazasım var:
“Konuşmadan önce düşün!
Gereği var mı?
Şefkat barındırıyor mu?
Kimseyi incitebilir mi?
Sessizliği bozacak kadar değerli mi?”
Sahi, ‘Sessizliği bozacak kadar değerli mi?’”
(1) Cumhuriyet/Mine Söğüt