Üç şehir de birbirinden güzel ama İzmir'de büyümüş, İstanbul'da üniversite okumuş ve Ankara'da çalışmış bir insan olarak Ankara bambaşkadır benim için. Şefkatle severim ben şehrimi. Az kavruk, bir miktar çirkince olsa da severim.
Otobüs camından izliyormuşum gibi
Jerry Douglas'ın "From Ankara to İzmir" şarkısını da pek severim. Resmi bir görev nedeniyle Türkiye'ye geldiği zaman Ankara'dan İzmir'e otobüsle giderken bestelemiş, hakikaten Ankara'dan İzmir'e gitmeyi çok güzel anlatır, tek kelime etmeden hem de. Her dinlediğimde müzikle öyle sıkı fıkı bir bağı olmayan beni bile, kilometre levhalarını, yapayalnız tarlaları, yorgun ve asık suratlı dinlenme tesislerini, yılık yıkık küçük şehir binalarını, sarının elli tonundan yeşile geçişi, kısaca her anı otobüs camından izliyormuşum gibi bir hisse taşır bu enstrümantal şarkı. Çalgılı şarkı demeliyim belki de.
En sevdiğim öykücülerden Mustafa Çiftçi bir yazısında 'enstrüman' sözcüğünü kullanmayı hiç sevmediğini, onun yerine 'çalgı' dediğini, çünkü enstrüman demenin kendisini yağlı güreş pehlivanına eşofman giydirmiş gibi hissettirdiğini söylediğinden beri kullanamıyorum ben de şu sözcüğü rahatça, hep gülesim geliyor.
Oppenheimer'ın 'Act of Killing'i
Önereceğim belgesel eskilerden, on yıl öncesinden, Joshua Oppenheimer'ın insanı dehşete düşüren belgeseli "Act of Killing" (Öldürme Eylemi). Bazen eskilerin üzerinden geçmek ister insan. Hem hafızasını tazelemek hem de tekrar izleyerek dünya ağrısını dindirmek için. İzlemesi zor, dayanması güç bir seyirlik "Act of Killing" belgeseli. Endonezya'yı bağımsızlığına kavuşturan Sukarno 1965 yılında askeri darbe ile devrilince yerine geçen Suharto ile ülkede başlayan "komünist avı"nı infazcıların gözünden anlatıyor (O dönem üç milyon üyesi olan Endonezya Komünist Partisi, Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyetinden sonra dünyadaki en çok üye sayısına sahip komünist partisiydi).
1965-67 yılları arasında hükümet destekli gangsterler ve paramiliter çeteler, ülkedeki sendika liderleri, çiftçiler, entelektüeller, etnik Çinliler başta olmak üzere askeri diktatörlüğe karşı çıkan/karşı çıkma ihtimali olan yaklaşık bir milyon kişiyi "komünist" diye damgalayarak öldürüyor.
Oppenheimer, yaşananları kurbanların gözünden anlatmak yerine çok daha zorlu bir işin altına giriyor, katliam hakkında 45 yıl sonra bir belgesel yapmak için bölgeye gidiyor, nasıl razı ettiği bilinmez ama katilleri ikna ediyor, kendi ağızlarından anlattırıyor cinayetlerini, katliamlarını. İnfazcılar, kurbanlarını nasıl öldürdüklerini bu film için tekrar "sahneliyorlar". Hiç çekinmeden hem de... Gururla... Gülerek anlatıyorlar. Endonezya'nın en büyük ve en güçlü paramiliter güçlerinden olan "Pancasila Gençliği" örgütü üyeleri ile gangsterleri temsilen de Anwar Congo ile Herman Koto var başrollerde. Ta kendileri hem de!
Neşeyle anlatıyor öldürme eylemini
Anwar Congo ile Herman Koto cinayetlerin işlendiği dönemin sinema heveslileri, hatta "film haydutları" diye biliniyorlar. İşledikleri cinayetlerde gangster filmlerinden esinlendiklerini söylüyorlar. Anwar'ın kurduğu korsan sinema bileti satan bu küçük sinema çetesi 65'teki askeri darbe ile birlikte aşırı sağcı bir ölüm çetesine dönüşüyor. Anwar Congo, filmin başında insanları öldürdüğü terasta gururla, neredeyse neşeyle anlatıyor öldürme eylemlerini:
"En başta insanları döve döve öldürüyorduk ama o zaman ortalık kan gölüne dönüyordu. Kanı temizlediğimizde de kötü bir koku oluyordu. O yüzden, yani o kadar çok kan akmasını engellemek için bir sistem geliştirdim" diyor gururla. "Çok fazla kan akmasını" engelleyen ve kendi buluşu olan telli sistemi anlatıyor kameralara. Dünyanın en acayip sahnesi...
Gazeteci olarak görevinin "insanların komünistlerden nefret etmesini sağlamak" olduğunu söyleyen İbrahim Sinik, Pancasila Gençliği Lideri Yapto Soerjosoemarno, Pancasila Gençliği üniformasını giyen Endonezya Başkan Yardımcısı Jusuf Kalla, 1966 yılında "Crush the Chinese" (Çinlileri Öldürün) kampanyası sırasında sokakta Çinlileri bıçaklayarak ilerleyen, sokağın sonuna kadar onlarca, düzinelerce Çinliyi öldürdüğünü söyleyen eski infazcı Adi Zulkadry... Hiçbiri oyuncu değil, gururla geçiyorlar kameraların karşısına...
Belgeselle aranıza mesafe koyun
Beni en çok dehşete düşüren sahnelerden biri, Anwar Congo'nun çocuksu bir neşe içinde bir komünisti öldürmesini sahnelediği bir çekim sırasında birden rol yapmayı keserek belgeselin yönetmenine dönmesi ve "Çekime ara verelim Joshua, akşam ezanı okunuyor" demesiydi. Ben de o noktada ara verdim izlemeye, devam edebilmek için kendimi toplamam gerekti gördüklerim yüzünden. Bir diğer sahnede Adi Zulkadry geceleri karabasanlar gördüğünü söyleyen Anwar Congo'ya "Cinayet işlemek için düzgün bir mazeret bulmak işin en önemli kısmı. Bunu bulursan suçluluk duymazsın" dediğinde de insandan canavar yaratan nefret duygusu üzerine düşünmek için bir süre ara verdim. İzlerken, bazen, ara ara anladım Congo'yu, neden bunları yaptığını yani, sırf anlayabildiğim için bile kendimden nefret edesim geldi...
Belgeselin finalini anlatmayacağım elbette ama Anwar Congo'nun filmin başında çıktığı terasa tekrar çıkmasını ve sonrasında olanları izleyin diyeceğim sadece... 20. yüzyılın utanç dolu tarihi içinde ufacık bir leke olan katliama dair bu belgeseli izlemek güç ama deneyin e mi! Belgeselle aranıza mesafe koyarak izlemeyi deneyin, yoksa çıkamazsınız bu ağırlıktan günlerce. Demedi demeyin.
Byung-Chul Han'dan 'Şiddetin Topolojisi'
Sıra geldi kitaba. İlk kitabını Cumhuriyet Kitap Eki'nde görüp aldığım ve sonrasında piyasada ne kadar kitabı varsa alıp hatmettiğim Güney Koreli yazar, filozof ve kültür kuramcısı Byung-Chul Han'dan birkaç kuple mırıldanmak isterim izninizle.
Siz de benim gibi "Metis'ten babam çıksa okurum" diyenlerdenseniz "Şiddetin Topolojisi", "Şeffaflık Toplumu", "Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi Bir Deneme", "Psikopolitika", "Eros'un Istırabı" kitaplarını bir yoklayın derim. İnsan Yayınları'ndan da "Güzeli Kurtarmak" ve "İktidar Nedir?", İnka Yayınları'ndan "Kapitalizm ve Ölüm Dürtüsü", Açılım Kitap'tan da "Yorgunluk Toplumu" isimli kitapları var okuduğum. Han, 19. Ve 20. yüzyıl felsefesi, etik, fenomenoloji, kültür kuramı, medya, kültürlerarası felsefe gibi konulara ilişkin yazıyor. Felsefenin araçlarını modern toplumu çözümlemek için kullanıyor; neoliberal dönemde şiddeti, saydamlığı, pop kültürü, yorgunluğu, ironiyi, gen bankalarını ve daha nice kavramı tartışmaya açıyor. İtiraf edeyim, bazı kitaplarını okurken ara verip kitaptaki kavramlar hakkında daha çok okumam gerekti. Anlayamadım bir kısmını. Felsefi dil başka bi'şey annem; "Vermeyince Mabut, Neylesin Sultan Mahmut" durumlarına düşüyor insan. Yine de peşine düşmekten alıkoyamadım kendimi açıkçası.
Ben bugün Byung-Chul Han'ın tek bir kitabından, "Şiddetin Topolojisi"nden söz edeceğim. Han, kitapta modernitede şiddetin azalmadan sürdüğünü, sadece form değiştirerek ağırlık noktasının içeri kaydığını söylüyor. Ona göre egemenlik toplumundaki kelle alıcı güç "dekapitasyon", disiplin toplumundaki "deformasyon", günümüz toplumundaki "depresyon" şiddetin topolojik dönüşümünün birer aşaması. Burada insanın "kendine yönelttiği şiddet"ten bahsediyor elbette.
Foucault'un hapishanelerinin yerini AVM ve yoga stüdyoları aldı
Byung-Chul Han, şiddete başka bir perspektiften bakmayı başarıyor, şiddetin "sadece aşırı ölçülerde olumsuzluk olmadığını, aşırı olumluluk anlamına da gelebileceğini" söylüyor. Bu yeni formdaki şiddetin olumluluğun kitleselleşmesi, aşırı üretim, aşırı iletişim şeklinde ortaya çıktığını söylüyor.
Foucault'un hapishanelerden, ıslahevlerinden, garnizonlardan ve fabrikalardan oluşan disiplin toplumunun artık günümüz toplumunu yansıtmadığını, bunların yerini çoktan alışveriş merkezlerinin, fitness ve yoga stüdyolarının, güzellik kliniklerinin aldığını söyleyen Han'a göre 21. yüzyıl toplumu bir disiplin toplumu değildir artık, başarı ve performans odaklı bir çalışma toplumudur. Burada artık sömüren ve sömürülen arasındaki fark kaybolmaya başlıyor. Giderek artan depresyon veya burn-out (tükenme) gibi psikiyatrik bozukluklar içinde yaşadığımız hayatı reddettiğimizin işaretleridir. Kurban artık sistemin aynı zamanda işbirlikçisidir ve insan kendini sömürdüğü ölçüde şiddet kendine yönelmektedir. İnsan bu sistemde hem fail hem de kurbandır...
Kardeşimin bekçisi
Son olarak, belgeseli izlediğimden beri kafamda dönüp duran bir şeyi yazmadan yazıyı kapatmayayım, içimde kalmasın. Belgeselde bir sahnede geçmişte öldürdüğü onlarca, yüzlerce insan için pişman olup olmadığı sorulduğunda Adi Zulkadry Amerikalıların da yerlileri yok ettiğini, cinayetin Habil ile Kabil'den bu yana hep olduğunu, hep de olacağını söylüyor. Hiç pişman görünmüyor. Evet, kutsal metinlere göre yeryüzünde işlenen ilk cinayet Kabil'in Habil'i öldürmesidir. Adem ile Havva'nın çocuklarıdır Habil ile Kabil. Tanrı'nın Habil'i daha çok sevdiğini düşünen Kabil kıskançlıkla Habil'i öldürür. Tanrı, Kabil'e sorar, "Kardeşin Habil nerede?" Kabil şöyle yanıt verir; "Bilmiyorum, ben kardeşimin bekçisi miyim?" Sadece bu belgeselde değil, okuduğum bir metinde veya izlediğim başka bir filmde bu cevaba ne zaman bir atıf ile karşılaşsam aynı noktaya takılıp kalıyorum. Diyeceğim şu; insanca olan kardeşinin bekçisi olmakla başlıyor zaten. Esasen, diğerini kardeşim olarak gördüğümde değil, kardeşimin bekçisi olduğumda güzelleşiyor dünya...
(AA/AÖ)