Epeyi bir süredir yeterince veya gereğince cevaplayamadığım bir sorum/sorunum vardı: Ben bir süreden beri bu topluma/insanlara karşı ne bir güven, ne bir sevgi, ne de bir saygı duyuyorum. “İnsanları Seveceksin” romanını yazan Erich Maria Remarque saygısızlık etmek istemem ama böyleyim işte.
Biliyorum, ağır ve yaralayıcı bir yargı. Ve sorunlu! Bu ne elitistlik, ne küskünlük, ne hor görme, ne de bir toplum mühendisliği tavrı; hele hele ‘iyi’ olan benim, ‘kötü’ olan ise toplumdur demek, hiç değil.
Soru şu: Topluma karşı böyle bir mesafem olmasına ve topluma dair bende olumlu değerlerden çok, olumsuz değerler ağır basmasına rağmen, bu toplumun sorunlarını neden ‘dert’ ediniyorum? Üstelik bunu isteyerek, bilerek yapıyorum.
Elbette toplumsal hayattan tümüyle kopmuş ve toplumu yok saymış biri değilim. Toplumsal hayattan yalıtılmış bir yaşam, inziva mümkün. Ancak bu uç noktada yaşayabileceğimi sanmıyorum. Belki bir içe kapanma, edilgen olmamakla birlikte bir etkenlik çabasına da girmeme, pasif bir yaşam vb. konumlarda bulunabilirim. Ya da toplumsal hayatın içerisinde, dış dünyayı ‘takmadan’ kendime ait bir koza örebilir miyim, bilmiyorum?
Sonuç olarak, toplum için olumsuz değerlerle yüklü olan ben, neden topluma karşı duyarsız değilim?
Geçmişte ve bugün de aynı durumda olan, aynı soruları soran bir yığın insanın olması da doğal. Kimbilir, kaç kişi böyle düşündü; ikrah etti, kahretti, sitem etti, olanları içine atarak sustu, elinden bir şey gelmedi, isyan etti, küfretti, sessizliğe gömüldü, vs...
Böyle bir pozisyonda olduğunuz, benzer düşünceler taşıdığınız oldu mu?
Birey ve dış dünya ilişkisinde toplum, kişinin hayatında çok önemli ve güçlü bir etkiye sahip. Toplumsal etkinin belirleyicileri başta devlet olmak üzere din, ahlak, töre, gelenek, eğitim, okul, yasa, aile, sokak gibi değerler manzumesi oluşturur. Kişi bunlardan neyi nasıl alır; nelerinden ne kadar korunur; yalnız iktidarın zoruyla değil, yazılı olmayan toplumsal kuralların zoruyla da ne ölçüde nasıl şekillenir ve kişi gerçekte ne ölçüde özgür olur…
Bu karmaşık, çok yönlü ve birçok disiplini içeren konuda yeterli ve ‘doğru’ fikir yürütecek yetkinlikte değilim. Kaldı ki, bu konuların bir ‘son’u, kesinliği, nihai bilgisi de yok. İnsanın var oluşundan beri ve var oluşu boyunca da, bu konular farklı biçimler kazanarak yeni sorular, yeni sorunlar ve yeni çözüm biçimleri üreterek devam etti, edecek.
‘Ben’ ile toplum arasındaki birbirini iten/öteleyen ilişkiye dair yetersiz olsa da, birtakım düşüncelerim var. Bu flu düşüncelerim, Sabahattin Ali’nin YKY’den çıkan “Sırçalı Köşk” kitabındaki “Cankurtaran” hikâyesini okuduğumda biraz daha netlik kazandı. Ancak sorunuma tam bir karşılık da bulmuş değilim. Belki de bu sorunun bir çözümü, bir cevabı yok.
Sizin gibi olmayacağım
İçinde bulunduğum durumu anlamaya önemli bir katkısı olan Sabahattin Ali’nin 1947 yılında yazdığı “Cankurtaran” hikâyesi şöyle: Küçük bir şehrin hastanesinin 45 yaşlarında bir başhekimi vardır...
Uzun bir alıntı yapmak zorundayım:
“Bu hastanenin her türlü hastalığının mütehassısı oydu. Çünkü kadroda başka müstakil hekim yoktu. Ufak ücretler mukabilinde hükümet doktoru dâhiliyeye, askeri hastanesinden bir mütehassıs kulak ve göz hastalıklarına bakıyorlardı ama aybaşından başka günlerde keyifleri istediği zamanlarda gelirler, başhekimle merhabalaşıp giderlerdi. Ehemmiyetli bir hasta çıkar da yatırmaya, sonra da her gün viziteye gelmeye mecbur oluruz korkusuyla poliklinik filan yaptıkları yoktu.
Her sabah kapının önüne biriken ve bazen sayısı yüze varan dertlileri hep başhekim muayene eder, uzun senelerin ve çaresizliklerin verdiği tecrübelere dayanarak her hastalığa deva bulmaya uğraşır, sırasına göre trahom tedavisinden ebeliğe kadar her işi üstüne alırdı. Bekar olduğu için hastanede yatıyor, bütün gecelerini koğuşları dolaşmak, tıp dergileri okumak ve Almancaya çalışmakla geçiriyordu. Başka doktorlara benzememek, kitaplarda okuduğu, ‘insanlara hizmet eden’ soydan bir hekim olmak, onda bir inat haline gelmişti. Fakat bütün diğer meslektaşlarından bu şekilde ayrılması, kendi hakkında birçok tezvirler yapılmasına sebep olurdu. Bekar yaşadığı için, dedikodu olmasın diye, hastaneye elli yaşından küçük hademe ve hemşire almazdı, fakat bu yüzden şehirde adı oğlancıya çıkarılmıştı. Hiçbir hastayı kapıdan çevirmek istemediği için, doktorlar arasında, bilmediği işlere burnunu sokan gösteriş meraklısı bir ukala diye şöhret almıştı. …hırsız olduğu bile söylenmişti. Bankada seksen, yüz bin lirası olduğu herkesçe muhakkak sayılırdı.
“Doktor bütün bunları duyar, en iyi konuştuğu ve işin iç yüzünü bilen kimseler tarafından bile budala yerine konulduğunu bilir, fakat dediğimiz gibi, garip bir inatla eskisi gibi işine devam ederdi. Bütün bunları, büyük bir ideal sahibi olduğundan yahut insanlar için derin bir sevgi beslediğinden değil, başka türlü olanlara karşı, adeta hastalık halinde, bir tiksinti duyduğundan yapıyordu. En çok şefkat gösterdiği hastalarına muamele edişinde bile: ‘Sizin de elinize fırsat geçse ötekiler gibi namussuz olursunuz… Ben bunu pekâlâ biliyorum, fakat ben sizin gibi olmadığım için işte sana karşı da bütün vazifelerimi fazlasıyla yapıyorum!’ demek isteyen, insanlara inancını kaybetmiş, acı bir hal vardı. (abç)” (Syf. 85-86)
“Sizin gibi olmamak” cümlesi, sorunuma/soruma dair epeyi açıklayıcılığa sahip.
Ancak insanlara inancını kaybetmiş doktor, acı bir hal içerisinde.
Ben de acı duyuyorum?
‘Sizin’ gibilerden uzak durmam gerekiyorsa, ‘sizin’ gibilerden bana ne ise, neden acı duyuyorum?
Mesele ‘sizin’ gibi olmamaksa, ‘ben’ kimim?
‘Sizin’ olumsuzlanması, ‘benim’ olumlanmam anlamına mı gelir?
‘Sizin’ gibi olmamak, içinde bulunduğum durumu açıklamaya yeter mi?
Ve en önemlisi de şu; belki de, toplumun sorunlarını ‘dert’ ediniyor olmamız, aslında kendi sorunlarımızı ‘dert’ ediniyor olmamızdan ileri geliyor olmasın!
* Buradaki ‘ben’ öznesi, siz de olabilirsiniz. (HŞ/YY)