Armağan Tunaboylu’nun yeni romanı “Polisiye Yazarının Ölümü”, Komiser Berkun İstanbullu’nun istediği bir cinayetin tam anlamıyla kucağına düşmesini irdeliyor.
Bir yanlış anlaşılmanın kapılarını kapatmak için açıklayalım; istediği derken, madem cinayetlere cürümlere bakacaksam bari sevdiğim, bildiğim alanlardan gelsin bu dosyalar manasında.
Komiser Berkun’un sevdiği alanlar nedir derseniz: okumayı ve araştırmayı seven komiserin özellikle polisiye türe olan merakını göz önünde bulundurursak üstüne bir de sevdiği takip ettiği polisiye yazarın öldürülmesi ve dosyanın kendisine verilmesi…
Daha ne olsun, teşbihte hata hep olur, bunu tersinden hatalı teşbihle söylemiş olursak, Komiser Berkun için bulunmaz Hint kumaşıdır bundan sonrası. Deyimi yerine oturtmaya çalışırsak: rahat rahat cirit atacağı bir alan bahşedilmiştir kendisine. Yoksa yukarıda ‘istediği bir cinayetin’ derken bir cinayetin işlenmesini istediğinden değil, neyse bu karışık girizgâhı belki aşağıda açıklamayı becerebilirim.
Romanlardaki dönem tanıklığı
İzbe ve atıl bir yerde, yeni inşaatların yapıldığı bir alanda sırtında bıçaklanarak öldürülmüş ve arabasında yakılmış biri bulunur. Canice yakılan bu erkek cesedi İskender Emre diye polisiye yazan bir yazardan başkası değildir.
Diğer taraftan Fatih’te it bağlasan durmaz türünden eski bir evde üç göçmen birbirine bağlı, tek kurşunla öldürüldüğünün haberiyle Komiser Berkun arzı endam eder sahalara. Üç göçmenin öldürüldüğü evin duvarlarından Arapça birçok yazı yazmaktadır ve içlerindeki bir yazı komiserin dikkatini çeker. Kimsesiz üç göçmen cinayetiyle sırtında bıçaklanarak öldürülen yazarın arasında bir bağlantı var mıdır?
Romanlarla ya da romanlarda dönem tanıklığını yakalamak oldukça mümkün. Zira bu dönemde yazılan birçok esere ve özellikle suç edebiyatına baktığımızda ortaya ülkenin nereden nereye savruluşuna şahit oluyoruz.
İnsan tipinden ekonomik fırsatçılığa, nezaketten uzaklaşıp kibir beyhudeliğine varan sorunları işleyen romanlar çoğunlukta. Kentsel dönüşüm mağduriyetliğinden rant devşirmeye, kadına şiddetten çocuk istismarına gündemi işgal eden ne kadar haksız hukuksuz olay varsa günümüz romanlarında görmek mümkün.
Yazar da bu gündemden ve güncelden haliyle uzak duramadığından bir şekilde tanıklığını dile getiriyor. Bu kötü mü elbette ki hayır, sorun: yazarın, şairin, sanatçının, aydının toplumdan bir tık önde olamaması, buna kendini kaptırması ve güncele kendini kapatamaması…
Hani neredeyse toplum yazarı, aydını, sanatçıyı biçimliyor diyebiliriz. Oysa halk, toplum, aile her zaman bireyden geridedir ve köhnedir. Olaya odaklanarak dağıtmadan şuraya gelmek istiyorum, yukarıda sıraladığımız rant, para, kentsel dönüşüm vs edebiyatın bir çok türü için tanıklık yaratırken suç türündeki yazarlara muazzam olanaklar sağlıyor.
Hareket alanını genişletirken bereketli topraklarda dilediğince kalem oynatma imkânı oluşturuyor. Tıpkı gülmeceye, komediye sunduğu doğal malzemeler gibi; ülkemin gözünü seveyim; yazarını hiç üzer mi?
Unutulmayan Diyarbakır zindanı
Romana dönersek, seksenlerin karanlık dönemine bir at başı gibi uzanan, Diyarbakır cezaevinin dehlizlerindeki çığlıkları okuyucuya hatırlatan yazarın toplumsal olayları kurguya dâhil etmesi oldukça başarılı. İşten anlamayan başka sektördekilerin yayıncılığa dalmaları, yobazlıkları, zorbalıkları ve dev iştahlarıyla adeta tröstleşen yayıncıların emeğe, alın terine çökmesine getirdiği sert eleştirilerle canlı bir roman.
Göç ve göçmen sorunlarının altını çizip, öldürülenler kimsenin umurunda değil, soruşturma bir formaliteden ibaret derken kurguyla, merakla, tempoyla rahatını kaçırdığı okuyucuyu başka şekilde de rahatsız etmeyi başarıyor: ülkelerin konjoktürel grafiklerini iyi okursan hepimizin göçmen, mülteci, sığınmacı adayı olduğunu göreceksin, aç gözünü!
Görgüsüzlerin saltanatı
Paranın, erkin gücüyle bozulan adalet terazisinin kibirli, sonradan görme insanlarla bağını ustalıkla işliyor yazar.
Karakter yaratmadaki incelik takdire şayan; karakteri karşısına alıp tek tek özelliklerini sayarak okuyucuyu sıkmak yerine tam yerine geldiğinde manzarayı yapıştırıyor.
Semra, çok oburdur demiyor ama günlük koşuşturmasında, konuşmasında, mekândaki davranışlarında Semra’nın yemeyi çok sevdiğini okuyucuya çaktırmadan bildiriyor. Komiser Berkun temizlik ve hijyen takıntılıdır, bencildir, müziği sever, yakışıklı değil ama karizmatiktir demiyor ama böyle olduğunu okuyucuya bir şekilde gözüne sokmadan öğretiyor.
Yazar bir yerde iki karaktere, eşit mesafede durmayarak tarafsızlığını kaybediyor. Birine Funda Hanım derken diğerine, karşısındakine, aynı kareye giren Ferhat Beye dümdüz Ferhat diyor. Çünkü okuyucu karakterini, tarafını seçsin istiyor.
Tertemiz düzgün basımıyla "Polisiye Yazarın Ölümü" romanı her sayfasıyla okuyucudaki merak duygusunu kamçılarken İstanbul panoraması çizen eli ayağı düzgün, başarılı bir roman.
(HB/EMK)