Pencereler, ne zamandan hatırlamıyorum, her zaman dikkatimi çektiler. Özellikle hayata merhaba dediğimiz evlerin pencerelerinin bizlere çok şey anlattığını düşünürüm. Koçgiri’nin adeta devletten saklanmış, belası dışında tek bir faydasını görmemiş, yolları, köprüleri olmayan, yoksul Kürt Kızılbaş bir köyünde hayata merhaba diyen birisi olarak, bizim köydeki evlerin pencerelerinden hareketle her ev için hikâyeler kurduğumu hatırlıyorum. Ortak hikâye ise o pencerelere asılı duran perdelerdi. Kardeşim Zeycan’ın bir paylaşımında heyecanla gördüm o pencereyi ve perdeyi.
Çocukluğumdan bir kare kalmış hafızamda; evimizin kapısında kollarımı bağdaş kurmuş, yüzüme ve saçlarıma saçılan, az ötede boyumu aşan karı izlerken içimde bir hissiyat: “Bu kar hiç bitmeyecek, kaç mevsim kapalı kalacağız ?” duygusuydu. O karı gördüğümde dünyanın sonunun geldiğini düşünürdüm. Altı ay kar ile bir hayat olunca dışarı ile bağın da önemli oranda evin penceresiyle sınırlı kalıyor.
Bu ağır kış koşullarından olsa gerek evlerimizin genelde küçük ahşap pencereleri olurdu. Özellikle de kış gecelerinde dışarıdaki kar fırtınası, uğultusu, evimizin hemen karşısındaki çamlık ile harmanlanıp pencereden olduğu gibi içeriye dalardı. Bu pencerelerdeki perdelerde hayallere dalardım. Bizim evin de öyle bir perdesi vardı. Annem kendi dikiş makinesinde dikmişti. Onun benzerlerini bizim köydeki bütün evlerde görmüş gibiyim. Pastel renkler ağırlıkta, saman sarısı bir zemin üzerinde kırmızı ve bordonun bütün karışımıyla kocaman çiçeklerle dolu olurdu.
Bu perdelerin en çok da ilkbaharda salınmasını çok severdim. Kışın o uğultu ve korkutan seslerinden çok başka, içeriye bir ferahlık, sakinlik, huzur katan esinti dolardı. En çok da bu zamanlarda pencerenin önüne durup gökyüzüne dikerek gözlerimle hayaller kurardım. Bu hayallerim hep gitmeler üzerine olurdu. Hem bizim köyde toprakla güçlü bir bağ da yoktu. Üretim çok sınırlıydı. Bahçe, bostan, meyve ve sebzeler bizim köyden hep uzaklarda kalmıştı. Ev yuva olmuş, ancak çok da bağ bostan olmamıştı bizim oralar.
Sonrası kasaba, şehirler, okul hayatı, hayata karışma, devletle yüzleşme ve onu kabul etmeme, itirazlar, reddetmeler, politikleşme… Türkiye’de bunları yaşayan her bireyin hesabına tutsaklık düşer. Bana da onlardan önce Ankara Ulucanlar Kapalı Cezaevi, sonrasında Bursa Özel Tip Cezaevi düşmüştü. Ankara’daki cezaevi eski bir at ahırından dönüştürülmüş, büyük pencereleri olan eski ve hikayesi olan bir yapıydı. Ranzamı hemen pencere yanında istemiştim hevallerimden, öyle de oldu. Bursa Özel Tip’te dokuz yıl adeta penceresiz geçti. O yapılarda pencere değil, havalandırma delikleri olurdu; onlar da demirlerle çevrilmişti. Gökyüzü sana uzak, martıların seslerinde kurduğun düşlerle ancak maviliklerde yol alabiliyordun.
Sonrasında yeniden şehirlere karıştım. Her yeni eve taşındığımızda evin bütün odalarını koşarcasına dolaşır ve penceresi en büyük olanı kendime yazardım. Bir evdeki konforum, büyük penceresine dayadığım çalışma masamla düşlerimdeki yolculuklara eşlik edecek gökyüzünün her türden mavisi ve dışarıdan içeriye pencereden inen sesler olurdu. Pencerem ya maviliklere, gökyüzüne engelsiz açılmalı ya da doğanın bütün renklerinden dağlara. Buna Türkiye’de sahip olmak pek de mümkün olmadı. Şimdi uzaklarda, çalışma masam büyükçe, perdesiz ahşap bir pencereye bakıyor; bakışımda az ötedeki nehrin coşkusuyla alabildiğine mavilik ve kilometrelerce devam eden doğanın bütün tonları…
Ne mi eksik?
Hayata merhaba dediğim, hayata karıştığım evimizin ötesindeki çam ağaçlarının uğultuları, içime dolan kokuları… Buradaki bu hayatı ve insanlarını bu sebeple kıskanıyorum. Bask mimarisindeki evler genellikle taş duvarları ile oldukları gibi kalıyor. Büyük bahçeler içinde, çatı katları ile iki buçuk kat, büyük pencereleri, asırlık ahşap kütüphaneleri, ahşap kirişleri ve kırmızı, yeşil ya da bazen maviye boyanmış pencere kepenkleri ile doğanın ahengine sıcak bir dokunuş gibi duruyorlar.
Çoğu ev geniş eğimli çatılara sahiptir ve taş ile ahşabın uyumlu birlikteliği, hem dağ köylerinde hem de sahil kasabalarında karakteristik bir görünüm yaratır. Hemen hemen her evin nesiller boyu süren hikayelerini dinliyorum. Kimseler bir yere gitmiş ise, zorunlu olduğu için değil, istedikleri için gezmişler dünyanın başka başka ülkelerini, oralarda sokaklara karışmışlar, sonunda dönüp burada bu güzel evlerinde kalabalıklar halinde geçirecek zamanları oluyor.
Ne mi eksik?
Ergenliğimin en güzel zamanları, evimizin ikinci katındaki balkonda öğle araları o çamların uğultuları ve doğanın kokularına karışan çocukların neşesi, mahallemizdeki kedi ve köpeklerin, tavukların, koyunların, ineklerin sesleri…
Belki de bütün bir ömrümüz hayata karıştığımız pencerelerin izinde geçiyor. Çocukluğumda karın altında kapanmış bir köyde, perdelerin salınımında hayaller kurarken öğrendim başka sokaklarda kaybolmayı. Cezaevlerinde demirlerle örülü dar deliklerden gökyüzüne bakarken anladım toprağa, rüzgâra, sokaklara, dağlara ayaklarınla karışmanın güzelliğini.
Şehirlerde, kasabalarda, taşındığım her evde en çok hayatımdaki o ilk pencerenin peşinden gittim; çünkü biliyordum ki pencere, düşle gerçeği, koşmayla durmayı, hem geçmişi hem geleceği, umutları birbirine bağlayan sadık bir yoldaştı.
Bugün masamdan baktığımda, maviliğin ve doğanın sonsuzluğuna açılan bir pencere var karşımda. Ve anlıyorum ki, hayat insana ne getirirse getirsin, pencereler hep içimizdeki çocuğun hayallerine, uğultularına, seslerine açılıyor…
(EJA/HA)







