Pazar akşamını Pazartesiye bağlayan gece, son zamanlarda sık sık olduğu gibi, uykum bölündü. Kedim zaten uyumuyor, gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Her zaman uyku ile uyanıklık arasında bir konumda kalmayı ben kedilerden öğrendim. Tehlikeye hep hazır olacaksın, çünkü bu dünya tehlikeli bir yer. Tehlikeli dünyanın, ölümün kol gezdiği tehlikeli bir bölgesinde, tehlikeli bir şehirde derin uyumak haramdır.
Uyandım, başucumdaki lambayı yaktım ve komodinin alt rafında sonra okurum diye ayırdığım kitaplardan en üstte olanını aldım. Kitap, 20. yüzyılın en ünlü kadın savaş muhabirlerinden biri olan Martha Gellhorn’un İspanyol İç savaşından (1937) başlayıp, İkinci Dünya Savaşı, Çin İç savaşı, Vietnam ve 1967 İsrail Arap savaşlarında yazdığı makalelerden oluşan “Savaşın Yüzü” (Face of War) çıktı.
Gellhorn, Ernest Hemingway’in bir zamanlar eşi olmaktan çok daha önemli işler yapmış, çok iyi bir gazeteci ve yazardır.
Kitaba iki ön söz yazmıştı Gellhorn, biri 1959'da, diğeri 1986'da.
İlk önsöz'den başladım okumaya:
“Gençken insanların mükemmel olabileceklerine ve gelişmeye inanıyordum, gazetecilik ise yol gösteren bir fenerdi. Eğer insanlara gerçekleri anlatırsak, onursuzluğu ve adaletsizliği açıkça ortaya koyarsak, onlar da buna karşı hemen harekete geçip, masumları koruyacak, kötüleri cezalandıracaktı. İnsanların bunları nasıl yapacaklarını ise bilmiyordum. O onların işiydi. Gazetecinin işi haberi bulup çıkarmak, okurun vicdanının gözü olmaktı. Herhalde o günlerde kamuoyunu çok güçlü ve sağlam, her zaman meleklerin yanında uğuldayan bir fırtına gibi hayal ediyordum.
"Basının gücünün hiçbir işe yaramadığını anlamam için yenilgiyle biten iki savaş, bir büyük mali kriz, bir de teslimiyetle sonuçlanan savaşı kapsayan dokuz yıl geçirmem gerekti. Zaman içinde insanların gerçeklerden çok yalanlara inanmaya hazır olduklarını, hatta adeta yalan müptelası haline gelen milyonların bir yalanla ayaklanmaya, diğer bir yalanla yatışmaya hazır olduklarını gördüm. Gazeteciliğin feneri ise sadece sönük bir ışıktı.
"Ben Cassandra Federasyonu adını verdiğimiz bir kadın gazeteciler grubu üyesiydim. Bizler, her türlü felakette birlikte olurduk. Yıllar boyu Alman faşizminin nasıl gelmekte olduğunu, vahşetini ve ne kadar büyük bir tehdit olduğunu anlatmaya çalıştık. Sonunda, öngördüğümüz felaket gerçek oldu. Bizler ise kalemlerimizi kullanmak yerine sedyelerin üzerindeki insanları kurtarmaya çalıştık. Bir tek insanı yaşatmak gazetecilik değildi ama bize bir teselli oluyordu. Yazdığımız tüm sözcükler sanki görünmez mürekkeple yaprakların üzerine yazılmış gibi rüzgarda savrulup gidiyordu.
Bugün düşündüğümde zafer ve yenilgi, her ikisi de sadece geçici anlardır. Sonuçlar yoktur, sadece araçlar vardır. Gazetecilik bir araçtır ve bu aracı namuslu bir biçimde kullanmak kendi içinde değerlidir. Ciddi, dikkatli, dürüst gazetecilik, ışık veren bir fener olduğu için değil, ama hem yazanı hem de okuyanı onurlu bir insan yaptığı için değerlidir, önemlidir.”
İlk önsözü bitirip, 1986'da yazılana geçtiğimde, saat sabahın dördüydü. Sokakta iki erkek grubu, kırık şişelerle ve galiz küfürlerle birbirleriyle kavga ediyordu. Şiddet sıradanlaşmış, gündelik yaşamın bir parçası olmuştu. Kimse uyanmadı, sokağa bakmadılar. Korkudan mı kanıksadıkları için mi? Her ikisi de ürkütücü.
İkinci önsöze geçtim. 1986 yılında, ilkinden yaklaşık 30 yıl sonra yazılmıştı.
Şöyle başlıyordu:
“Bu kitaptaki ilk makale 49 yıl önce yazılmıştı. Bütün bir yaşam boyu savaş izledikten sonra ben savaşı endemik bir hastalık olarak görüyorum. Hastalığın taşıyıcıları ise hükümetlerdir. Sadece hükümetler savaşı hazırlar, ilan eder ve uygularlar. Vatandaşlar durdukları yerde, savaşmak istiyoruz diyerek hükümetin kapısına dayanmazlar. Onların savaş ateşine tutulmaları için nefret ve korku ile doldurulmaları, büyük bir düşmana karşı devletlerini korumaları gerektiğine inandırılmaları gerekir. Devletin yüce çıkarları -ki her zaman güç odaklıdır- ile vatandaşların çıkarları hiçbir zaman örtüşmez. Sıradan insanlar kendileri ve çocukları için daha iyi bir yaşam isterler. Bu istekler için insan öldürülmez, sadece daha çok çalışılır...
"Ben her zaman Tolstoy'un bir deyişine bayılırdım, ‘Hükümetler, bizlere şiddet uygulamak için bir araya gelmiş bir erkekler topluluğudur’, şimdi ise onun gerçek bir kahin olduğuna inanıyorum.”
Tuhaf bir ölüm hikayesi
Kitabı elimden bıraktığımda ezan okunmuş, tan ağarıyordu. Gellhorn yazıların tümünde insanlara odaklanıyor, savaşın bütün acılarını yaşayan insanları anlatıyordu. Onları kucaklamak, sarıp sarmalamak, yaralarına merhem olmak istiyordu. Kadının savaşa bakış açısı yansıyordu her satırda.
Büyük analizler, ulvi doğrular, iri sözcükler yoktu yazdıklarında.
Onun savaş muhabirliği yaptığı yıllarda, bu işi yapan kadın sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa 'da Berlin, olayların odağındaki başkent olarak büyük Amerika Birleşik Devletleri (ABD) gazetelerinin bürolarının bulunduğu merkezdi. Dorothy Thompson, New York Evening Post Berlin büro şefiydi. Marguerite Higgins New York Herald Tribune muhabiri), Clare Hollingworth The Times Ortadoğu muhabiriydi.
Ve tabii ki efsane isim Sigrid Schultz, Chicago Tribune Berlin büro şefi. Hitler'in en büyük düşmanı olarak ün yaptı. Yedi dili ana dili gibi konuşabiliyordu. 1927'de Hitler'le tanışmış, Alman faşizminin gelişimi, Yahudi karşıtlığı ve ayrımcılık yasaları üzerine çok sayıda yazı kaleme almıştı. Ufak tefek, sarışın bir kadın olan Schultz, şık giyinir ve yazarlığı kadar verdiği partilerle da tanınırdı. 1933 yılından sonra Paris'te yaşayan bir gazeteci olan John Dickson takma adıyla yazmaya başladı. Hitler onun bir casus olduğunu iddia etti. 1940'da ise Berlin'den ayrılmak zorunda kaldı.
Bu kadınların tümü kuşkusuz ki çok cesur, erkeklerin dünyasında “kadın” olarak var olabilen, olağanüstü bir döneme tanıklık etmiş insanlardı. Pek çoğunun özel hayatları yaşadıkları dönem kadar çalkantılıydı.
Meslektaşları erkeklerle kurdukları ilişkiler uzun ömürlü olamıyordu. Hemingway'in Martha Gellhorn'u mesleki olarak kıskandığı ve onun savaş muhabiri olarak çalışmasına engel olmak istediği bizzat Gellhorn'un anılarında yazılı. Bu kuşak kadın gazeteciler arasında savaşta ölen çok az. O dönemin savaşları daha kurallara uygun yapıldığı için olsa gerek, korunmak daha kolay olabiliyordu.
Cassandra Federasyonu ile geçirdiğim uzun gecenin sabahında, yani Pazartesi günü, internette bir haber gözüme takıldı. İstanbul Atatürk Hava Limanında bir İngiliz kadın gazeteci, tuvalette kendini asarak intihar etmişti. Kadının kimliği hakkında hiçbir bilgim yoktu, sadece olayın kendisi bana çok garip gelmişti. Atatürk Hava Limanı tuvaletinde değil kendini asmak, çantanı asmak mümkün değilken, nasıl olur da intihar edilebilirdi?
Olay ilgimi çektiği için ölen kadını araştırmaya başladım ve karşıma Jacky Sutton çıktı. Barış ve Savaşta Habercilik Enstititüsü adına Bağdat'da çalışan, BBC muhabirliği yapmış, Birleşmiş Milletler adına Afganistan, Gazze ve Eritre'de çalışmış elli yaşında, gülen gözlü bir kadın. Cassandra Federasyonu hortlamış, Jacky olarak karşımda duruyordu. Kendi kendime “olamaz” deyip duruyordum. Beyrut'ta, Paris'te Halep'te Jacky gibi pek çok dostum olmuştu. Bunların arasında Suriye'de savaş alanında kaybettiğim dostlarım da oldu.
Bu tür işler yapan insanlar için ölüm her zaman kapıyı çalabilir. Bunu hepimiz çok iyi biliriz, hep böyle yaşadık. Tam da o nedenle intihar çok uzak bir ihtimaldir. Canlı bomba eyleminde yüzlerce insanın her hafta öldüğü Bağdat'da yaşayan bir insan niçin tuvalette kendini assın?
Hiç gerek kalmaz! Az bir gayretle Bağdat'da ölüverir, tıpkı kendisinden önce aynı görevi yapan Ammar el Şahbender'in* 2015 Mayıs ayında öldürüldüğü gibi. Haberi baştan okuyunca işler iyice tuhaflaştı.
Jacky, Mayıs'ta Bağdat'da ölen meslektaşı Şahbender'i anma töreninden Londra'dan dönüyordu ve İstanbul'dan Erbil'e gidecekti. Erbil uçağını kaçırınca, THY yetkilileri kendisine yeni bir bilet alması gerektiğini söylemiş, Jacky birden herhalde çocukluğunu hatırlayıp, ağlamaya başlamıştı. Bilet alacak parası yoktu! Koskoca Barış ve Savaş Enstitüsü ona yeni bilet alamazdı! Bütün dünyayı dolaşan ve başından onlarca olay geçen elli yaşındaki kadın, bir bilet için intihar etmişti.
Jacky'nin arkadaşları ve Barış ve Savaşta Habercilik Enstitüsü Başkanı ölüm haberi üzerine ilk yazdıkları mesajlarda bu ölüme inanmadıklarını, Jacky'nin Londra'da her zamanki gibi iyimser ve enerjik olduğunu söylediler.
Türkiye emniyeti olayı araştırdı. Tüm kamera kayıtlarını aile ve diğer ilgililerle paylaştı. Jacky'nin çantasında çeşitli ülkelerin paraları olduğu, ayrıca Kuran ve Tevrat ile Marks ve Lenin kitapları olduğu belirlenmişti.
Kameralara göre kendisi Erbil uçağını beklerken kimseyle görüşmemiş, sadece duty free'den alış veriş yapmıştı. Herhalde öteki dünyaya hazırlık yapıyordu. Sonra da tuvalete girmiş ve ayakkabı bağcıklarını söküp kendisini asmıştı. Tuvaletin yüksekliği en fazla iki metre, kadının boyu 1:80'e yakınmış.
Bugün okuduğum haberlere göre Jacky'nin ailesi ve olayı araştırmak için gelen ilgililer bu hikayeye inanmışlar, soruşturma şimdilik kapanmış ve cenazeyi de henüz kimse almamış!
Genel kanı Jacky'nin intihar ettiği yolunda.
Tipik bir Ortadoğu hikayesi. Aile haklı, bu gibi durumlarda en doğrusu susmak ve bu ölüm olmamış gibi davranmaktır. Jacky zaten ölmüş, ailenin kalan fertlerini kurtaralım.
Orta Doğu’da kadın savaş muhabirleri
Marie Colvin, Mika Yamamoto, Francesca Borri |
Suriye'deki iç savaşı başladığı andan bu yana sürekli izleyen birisi olarak, önümde duran bilgiler çok iç karartıcı. Savaşın başından bu yana ölen profesyonel gazeteci adedi 110, bunlara profesyonel olmayıp habercilik yapanları eklersek 153. Kaçı kadın tam olarak sayamadım.
Ama bildiğim ve tanıdığım kadınlar var. Marie Colvin, Sunday Times için çalışıyordu ve Homs kuşatmasında, 22 Şubat 2012'de Suriye ordu birliklerinin saldırısında öldü. Marie gerçek bir Cassandra'ydı. Sri Lanka'da tek gözünü kaybetmiş ve korsan gibi tek gözü kara bir bantla kapalı geziyordu. Çok yiğit bir kadındı, Suriye halkının yanında durduğu için öldü, kaçabilecek durumda iken birlikte olduğu insanları terk etmedi. Onun ölümü beni çok sarsmıştı.
Tanımadığım ama fotoğraflarını gördüğüm Mika Yamamoto, Japan Press için çalışıyordu. Ülkesinde pek çok ödül almış, Irak savaşında Bağdat'ta çalışmış, tecrübeli bir gazeteciydi. 21 Ağustos 2012'de Halep'te Suriye ordu birlikleri ile isyancılar arasında çıkan bir çatışmada ağır yaralandı ve yaşamını kaybetti.
Mona al-Bakhour, Suriyeli, Al Thawra için çalışıyordu. Halep'te 3 Ekim 2012'de al-Jabri meydanında patlamada öldü.
Gerçek bir Cassandra daha, İtalyan gazeteci Francesca Borri. 2012'de Halep'te herkes şehri terk ettiğinde kafasına taktığı kask ile dolaşıyordu. Onu internette bulmuştum. Çok cesur ve korkusuz ama bir o kadar da akıllı ve tedbirliydi. Türkiye-Suriye sınırında kara çarşafa girip IŞİD elemanları arasında sınırı geçmişti. Çok güzel yazılar yazıyordu. Francesca bildiğim kadarıyla yaşıyor.
Uluslararası Kadın Medya Vakfı, (International Women's Media Foundation) 977 kadın gazeteci ile yaptığı araştırmaya dayanarak, kadınların üçte ikisinin çeşitli biçimlerde sindirme, tehdit, ailelerinin tehdit edilmesi, cinsel taciz ve saldırılara maruz kaldıklarını bildiriyor. Afganistan da çalışan bir kadın gazeteci, iki yıl boyunca telefon ve yazılı olarak, işi bırakmazsa aile fertlerinin öldürüleceği, kendisinin sakat bırakılacağı şeklinde tehditler aldığını ve sonunda işini bırakmak zorunda kaldığını anlatıyor.
Ben bunları yazarken bütün bunlar yaşanmamış, Ankara'da 102 kişi ölmemiş, Suriye'deki 250 bin ölü yokmuş gibi liderler, kendi aralarında, saraylarda, koltuklarda oturup görüşüyorlar. Ne de olsa ölen, aç kalan, yaralanıp uzuvlarını yitirenler, çocuklarını savaşa teslim edenler onlar değil...
Eski zamanlarda olduğu gibi ordularının başında ölmek gibi bir ihtimal de yok. Özel korumaları, polisleri, evlerinin çevresindeki dikenli teller, hepsi onları korumak ve yaşatmak için!
Gellhorn'la başladım, onunla bitiriyorum. Bütün bu gerçekleri yaşayarak öğrenen, cesaretle yazan Gellhorn ve tüm kadın gazetecileri anıyorum. Cassandralar olmasa biz bütün bunları nasıl öğrenecektik?
“Dünya liderleri bu dünyada olup bitenlerle ilişkilerini kesmiş gibiler. Liderliğini yaptıkları halkları da unutmuşlar... Liderlerimiz, ne üstlendikleri görevleri yerine getirecek kadar zeki, ne yeterince cesur ne de yeterince ahlaklılar. Biz, yönetilenler ise ister koyun olalım, ister kaplan, en büyük insanlık suçunu sessiz kalarak işliyoruz.
"Belki de biz yönetilenler, sessiz çoğunluk olarak artık gerçek insanlar değiliz, sadece sayılarla var olan ölüleriz, istesek de istemesek de yönetenlerin peşinden gidiyoruz, kaçabilecek bir yerimiz yok… Ama sessiz kalmak zorunda değiliz, vatandaşlar olarak kendi üzerimize düşeni yapmalıyız... Yönetilen milyonlardan biri olarak, hiçliğe giden bu ahmak yolda, sesimi yükseltmeden yürümeyeceğim. HAYIR diyorum! HAYIR!” (MUT/HK)
* Savaş ve Barış Araştırma Enstitüsü'nde (IWPR) selefi Ammar el Şahbender, Bağdat'ta IŞİD saldırısında öldü.