Meclis açılışı ile iktidar cenahında beliren ılımlı mesaj verme yarışı, genel kurulda başlayan tokalaşma, aynı günün akşamında verilen resepsiyonda da birbirini övmeler, samimi açıklamalar son bir haftanın gündemini tamamen kaplamış durumda. Elbette bunun haklı birçok nedeni var. Arşa çıkarılan ve sistematik hale getirilen kutuplaştırma ile dehümanize siyasetinin gölgesinde böylesi görüntüler beklenmedik anda gelince, toplum da doğal olarak birçok senaryo eşliğinde yorumluyor. MHP o gün DEM Parti, CHP ve Gelecek Partisi ile doğrudan ilişki kurdu, ‘sübhanallah’ dedirten açıklamalar yaptı. Bunu görmek her canlıya nasip olmuyor tabii…
Şahsen yaşananlardan bir beklentim yok elbette. Ezilenler, emekçiler, halklar adına bu ‘erken zamanda’ bir şey olacağına dair esastan bir sinyal görünmese de biraz sabredip göreceğiz, bazı testler yaşanır. Önümüzde yeni Anayasa süreci var, yargı paketleri var, önemli davalar var, kritik kanunlar var, toplumun Kaf Dağı’nı aşan talepleri var. Doğrudan MHP, dolaylı olarak da AKP eksenli bir görüntü ile hikayeleştirilen tabloyu gelişigüzel bir mesele olarak okumak tabi ki gaflet olur, bu tablonun onlarca nedeni gayet ortada duruyor. Diğer yandan da beklentili bir ruh haline girmek, büyük anlamlar atfetmek doğru değil.
Yine de dilerim ki insanların aklından geçen tüm iyi senaryolar, şartlar, durumlar, beklentiler karşılık bulur. Ne diyeyim…
Zaten bu yazının derdi de el sıkışma ve anlamı, içerdiği senaryolar değil. Karşılıklı açıklamalar ve Ortadoğu’daki gelişmeler süreci rayına oturtuyor, oturtacaktır.
***
Yaşananlar üzerinden zihnime zuhur eden iki kavram üzerine biraz konuşmak istiyorum sadece.
Birincisi, Deleuze düşüncesinde önemli bir yer tutan ‘olay’ (événement) kavramı ve perspektifi.
‘Olay’ deyince zamanı, öznesi belirli fiziki olaylar aklımıza gelir. Klasik tanımı budur. Fakat Deleuze bu kavramı bir aralık üzerinden değil, bildiğimiz klasik halindeki oluşundan farklı olarak bir ‘potansiyel’ şeklinde düşünmemizi önerir.
Burada ‘olay’ kavramının zamanla ilişkisi hayatidir. Olaylar olur, başı ve sonu vardır. Deleuze buna itiraz ederek, zamanın katmanlı ve gelgitli olduğunu ifade eder. Zaman doğrusal değil, gelmiş ve geçmiş arasında kesintili, çok boyutlu bir hadisedir. Yani zaman bir oluştur.
Bir diğer parametre, ‘olay’ın gerçekleşmeyen ama daima ortaya çıkma potansiyeli olanı işaret etmesidir. Farklılaşma içerir ve dönüşüme açıktır.
Bu tespitlerden yola çıkarak Deleuze, ‘olay’ meselesini maddi düzlemde gerçekleşen silsileler değil, aynı zamanda dil ve düşüncede de gerçekleşen süreçler olarak görür. ‘Olay’ dilde de olur, düşüncede de olur der.
İkincisi, Deleuze gibi bizi 1970-80’lere götüren bir kavram, France de College literatürüne ait olan ‘hükümetsellik’ (gouvernementalité) kavramıdır.
Bu kavram, özce yönümüzü iktidarın yönetme/yönetebilme kapasitesine çevirir. Bu kavramı besleyen ve onunla daima etkileşim içinde olan sete baktığımızda ‘rasyonalite, biyopolitika, söylem, bilgi üretimi, çokluk’ karşımıza çıkar. Çokluk dediğim durum özetle şu: Hükümet değil de hükümetsellik süreci işleten devletler, devlet dışı yapıların yönetimde olduğunu, söz sahibi olduklarını ısrarla söyler ve yönetimi çoklu tarif eder.
Bu iddia tırnak içinde doğrudur. Çünkü hükümetselliğin en temelde başarısı şirketleri, bireyleri ve aileleri de bu ağa dahil etme gücüdür.
Mesela güncel iktidara bakalım.
AKP-MHP’den müteşekkil iktidar, merkezi güç olduğu kadar dağınık kurumlar ve sosyal ilişkiler üzerinden son derece akışkan bir çerçeveye de sahipler. Güce sahip olup doğrudan kullandıkları gibi, çoğu zaman dinamik bir alan olarak kullanmaları dikkate değerdir.
Toplumun, grupların gücüne odaklanan ve ona dair haritalar çıkaran, onu yönetilebilir kılan, bu amaçla da parçalara ayırarak kontrolü sağlayan ‘hükümetsellik’ hali, eylemleri şekillendirme aşaması olarak görülüyor.
Burada bir noktanın altını çizmek iyi olabilir. Otoriter yapılar/devletler sıkıştıklarında (genelde küresel gelişmelerin onlara kötü yansıması veya dış siyaset krizlerinde) iç’in güçleneceğini bilirler. Bundan ötürü de iç dengeleri doğru okumak ve adım atmak zorundadırlar.
Genel eğilim (halklarla, muhalif kurumlarla vs.) uzlaşma eğil, beklenti üzerinden bir şeyleri uzatmadır.
Türkiye gibi ülkeler başta olmak üzere dünyanın her yerinde bunların derdi krizleri çözmek değil, onları yönetmektir. Krizi çözmek yerine yönetmek muazzam bir stratejidir ve bunu başaran her güç, ömrünü uzatabilir.
Tüm espri, özetle, şuna varır: Hükümeti yönetmektense muhalefeti yönetme evresine geçerler.
Bunun olması için de karşı tarafta istemlerine uyan bir potansiyel görmeleri gerekiyor.
Hükümetlerin hükmetme potansiyeli yara aldığında, muhalefeti yönetme, onlara hükmetme durumu başlar. Bunun ana nedeni böylesi bir yönetme biçiminin daha ekonomik olması, diğer yolların daha masraflı bir yere çıkmasıdır.
***
Ez cümle, Meclis ve sonrasında da yaşananları bir ‘olay’ olarak kabul etmekte beis yok.
Bu olayı klasik bir zaman ve mekân içinde göremeyiz, yaklaşım tam da Deleuze’ın parmak bastığı yerden olursa siyasal bir kazanca ufkumuz dönebilir.
Dil ve düşüncede bir olay olduğuna eğildiğimizde, içerdiği potansiyelleri görmemek mümkün değil.
Gerçekten de hem maddi hem de manevi boyutu olan bu olay/lar silsilesi, bize bir tozun dönüp dolaştığı ve konduğu yeri gösterir. Bu yere konan tozu takip etmek lazım, nereden geldiğini unutursak tokalaşma da sözler de son derece umut var olur, şüphe etmeye taş koyar.
Bu hükümet, hükümetsellik sürecindedir. Bizi yönetilebilir bir yerde görüyor. Elindeki farklı güç alanları, topyekûn yönetme üzerine çalışıyor, ölçüyor, sonuçlandırıyor. Karşılaştıran, farklılaştıran, dışlayan, homojenleştiren ve hiyerarşi yaratan aynı iktidar. Buna karşı olduğunu söyleyen de…
Bir ‘olay’ olarak tokalaşma ve sonrası; ibreyi kendinden çekerek, geçiş için aradığı kanı ötekinin yönetilebilirliğinde ölçen ve buna göre davranan gerçek bir hükümetsellik örneğidir.
O halde kendimize güvenen bir yerden hareket etmek en doğru tutum olacaktır.
Kendimize güvenirsek ‘olay’ları klasik akışına bırakmaz, yönetilme tuzağını da rahatça aşarız diye düşünüyorum.
(ÖA/VC)