Elif Şafak'la ilk tanışmam Mahrem'le oldu. Benim için çok farklı, çok sarsıcı bir okuma deneyimiydi... Arada Baba ve Piç'i ve Siyah Süt'ü okudum.
Siyah Süt'ü okurken daha farklı, yazardan çok aramızdan bir kadındı tanıdığım Elif Şafak. Dediği gibi okur okumaz unuttum o romanı. Sonra Pinhan ve yeniden Mahrem ile Elif Şafak'la tekrar buluştum... Sevdim ve hayran oldum.
Gelgelim, Aşk'ın Pembe ve Gri kapaklarla çıkarılmasına müsaade ettikten sonra Elif Şafak'ı okumak konusunda epey bir tereddütlü davrandım.
Hele bir de elinde kitapları ile boy boy resimlerini görünce "Yahu bu nedir kitap tanıtımı mı boy gösterisi mi?" diye düşünüp uzak durmuştum Elif Şafak'tan... Aynı zamanda "Olur olmaz pek çok insan zihinleri meşgul ederken, bir yazarın tanınır olmaya çalışmasından niye bu kadar rahatsız olayım ki?" dedim ...
Isınmaya çalıştım Elif Şafak'a yeniden.
Mahrem ve Pinhan gibi romanları kaleme alabilen bir yazarı da sadece piyasaya ayak uydurdu diye bir çırpıda silip atmak istemiyor insan. Kaldı ki Elif Şafak romanlarını çoğunlukla İngilizce kaleme almasına rağmen Türkçe'ye hâkimiyeti ve zengin kelime dağarcığının yanı sıra yaptığı akademik çalışmalar nedeniyle de beğendiğim bir yazar.
Ama işte bir yazar bu kadar piyasanın içinde, bu kadar görünür oldu mu ben bir okur olarak nedense geriliyorum, sanki yazar olanca gizemiyle kalmalı ve ben sanki onu sadece yazar olarak hayalimde bilmeliyim...
Elif Şafak hakkında böyle karmaşık düşünceler beslerken o birkaç kitap daha yazdı, sonra da İskender çıktı.
Bir söyleşisine kulak kabarttıktan sonra İskender'i okumaya karar verdim. Kitabın kapağında erkek kılığına girmiş bir Elif Şafak'la karşılaşınca ve Elif Şafak'ın kadın çalışmaları alanına eğildiğini bildiğimden bu kitabın biraz daha "trans-gender" meselelere değen bir kitap olduğunu düşündüm. Değilmiş. İskender'i iki günde bitirdim, bir çırpıda.
İskender aslında pek çok derdi olan bir kitap. Bir taraftan Türkiye'de Kürt olmayı, bir taraftan Türkiye'nin doğusundan İngiltere'ye göçen bir ailenin dramı, bir taraftan göçmenlerin ırkçılık karşısında çırpınışları, bir taraftan görücü usulü evlilikler ve sözde namus cinayetleri ile hayatları çalınan kadınları, bir taraftan kapitalist sisteme ve özel mülkiyete karşı duran bir grup punkçı gencin umutsuz direnişini, bir taraftan erkek olma mücadelesi veren genç bir erkek çocuğunu ve bu mücadeleye hiç girmeyen yılgın babasını, bir taraftan bir koğuştaki iktidar mücadelesini, bir taraftan aslında imkânsız aşkları okuyorsunuz. Doğrusal anlatımın olmadığı bu romanı bu kadar çok derdi olunca haliyle kopmadan okumak istiyorsunuz, elinizden bırakmadan.
Birçok şeyin kör gözüm parmağına mantığıyla anlatıldığı bu kitapta sorunlar birbirini gölgeliyor ve tam anlamıyla "Ben ırkçılığın göçmen aileler üzerindeki etkisi üzerine bir kitap okudum" diyemiyorsunuz, "Ben sözde namus cinayetlerinin analiz edildiği bir roman okuyamadım" diyemediğiniz gibi.
Hepsi birbirinden önemli pek çok temanın hangisinin ağır basacağını anlamadan okurken kitabın adı ve kapağında İskender olunca, İskender'le ilgili bir şeyler olmasını bekliyorsunuz.
Ben en baştaki beklentimin aksine kitabın içinde ilerlerken 'erkek adam olma' çabası veren İskender'in başarısızlığı ön plana çıkarılacak diye bekledim, bu da çok olmadı.
Esasen sözde namus cinayetini konu edinen bir kitabın erkeklik mücadelesine eğilmesi kaçınılmaz aslında. Bizim ülkemizde "çocuk erkeklere" namusu temizleme, ailenin şerefini koruma gibi hayli hamasi ve bence anlaşılmaz amaçlar daha çok küçük yaşlardan yükleniyor, öyle değil mi?
Kız kardeşine ve hatta ablasına sahip çıkması gerekiyor bir çocuk erkeğin. Onu takip etmesi, gerekirse ona "dayılanması(!)", haddini bildirmesi... Çocuk kendisine büyük gelen bu davranışlarla yoğrulurken abuk subuk bedensel hareketler (kollarını iki yana açarak yürüme, kafasını öne çıkarma, omuzları geri atma gibi) ve sesine hiç gitmeyen kaba, ataerkil bir dil (sürekli birilerine tecavüz etme anlamlarını taşıyan küfürlerle bezeli) geliştiriyor.
Çocuk erkeklerimiz adına "delikanlı" denen garip bir şekle giriyor. Bu şeklin eğreti durduğunu belki içten içe fark ediyor ve onu desteklemek için değişik hobiler geliştiriyor. Örneğin dövüşüyor, karateye gidiyor, kılıç oynuyor, kavga ediyor, çete kuruyor.
Bu eğreti şeklin etrafına bir zırh örmeye çalışırken ağlamamayı öğreniyor her şeyden önce, "karı" gibi "yumuşak" olmamayı. Sünnetle erkek olduğu yetmediği için askerlikle daha da erkek, evlilikle de adam olmayı öğreniyor.
"Yumuşak" olabilen erkeklerden nefret ediyor, bu erkek bedenini bırakıp kadın olmayı seçebilenlerden tiksiniyor. Bastırılmış öfkesi bazen bir kadının bedeninde patlıyor belki...
Kimileri daha da şanssız, erkekliklerini kanıtlamaları için, küçüklüklerinden beri kulaklarına fısıldanan o kutsal görevi yerine getirmeleri gerekiyor, bacılarını öldürmeleri... Böyle saçma bir uğraşının içinde yitip gidiyor erkekler.
İtildikleri bu girdap onları yaptıkları hiçbir şiddet için haklı göstermiyor elbette, ataerkil düzenin tuzağına onların da kapıldığı bu kadar aşikârken insan bu düzenin bunca senedir ayakta kalmasına şaşıyor, üzülüyor.
Ama bu düzenin içinde bir gerçek var ki o tüyler ürpertiyor: Erkeklik mücadelesi kadınların hayatı pahasına veriliyor.
İskender'in hikâyesinde de bu anlamsız çabanın taraflarına verdiği tahribatı gördüm. Aslında pek çok yerden dokundu Elif Şafak bu kısır döngüyle.
İskender'in sünnetten kaçışı, ağlayışı, kendine verdiği "ezilmeme" sözleri, dövüşmesi, annesini öldürmesi... Erkek olma mücadelesinin nasıl verildiğini satır aralarında anlattı bize yazar ama çok tehlikeli bir çizgide ilerledi roman.
Kitabı okurken yazar sanki İskender'i bize sevdirmeye çalıştı. "Annesini öldürdü ama aslında iyi çocuk be, mert, dürüst, dost bir çocuk" dedirtti. Onun pişmanlığını okuduk hep. Hele bir de romanın sonunda İskender'in annesi yerine aslında ardında bir ailesi, bekleyeni olmayan teyzeyi öldürdüğünü anladığımızda, hep birlikte rahatladık. Yazar "namus" yüzünden anneyi öldürmenin aslında ne kadar kötü bir şey olduğunu İskender'in pişmanlık nöbetleri ve ailenin dağılışı dışında hiç anlatmadı bize.
Beni pek çok temanın bir yerde olması dışında en çok romanın sonu rahatsız etti. Kitabın sonunda bir güçsüz adam ve bir bağımsız kadın öldü. Âdem'in ölüşü mesela çok manidardı.
Âdem her şeyiyle güçsüz, basiretsiz bir erkeklik abidesi. Âdem'i intihara sürükledi yazar. Geleneksel erkeklik kodlarıyla pek alakası olmayan Elias'ı şutladı.
Duygusallığı ve itidali ile dikkat çeken Yunus'u müzik dünyasına kaydırdı. İçinde isyankâr bir ruh olan Esma'yı eve kapattı. Kimseye ihtiyacı olmayan Cemile'yi öldürdü. Pembe'yi kaderine mahkûm etti.
Bir İskender kaldı elimizde, özgürlüğünü kazanırken annesini kaybeden İskender. Roman böyle bitiverince, bir şeyler havada asılı kaldı işte.
Bir okur kitaba istediği sonu biçebilir mi? Ben İskender'i öldürür müydüm, Âdem'i yaşatır mıydım, Pembe'yi Elias'la mutlu bir geleceğe bağlar mıydım? Bu sorular sorulmaz elbet. Ancak, çok hassas konulara eğilmeye cesaret ediyorsa bir yazar, bence hakkını vermeli bu konuların...
O yüzden dağılmamalı kendi romanının içinde. Toplumsal bir yaraya dikkat çekme niyeti varsa belki başka bir kader, bir ütopya yazmalı bazen yazarlarımız. Elif Şafak'tan bunu beklerdim ben. Mahrem'de ve Pinhan'da bunu yapabilmişti.
İskender de tek başına suratımıza tokat gibi inen bir erkeklik romanı olabilirdi. Belki de bazen bir romanın sürükleyici olması değil, her satırını okurken okurunu sarsacak kadar ağır olması gerekir, hele ki konularından biri sözde namus davası ve ölüm ise. (HB/ÇT)