Bahardan söz etmek isterdim; meyve çağındaki ağaçlardan, dallardaki eriklerden… Rengârenk açan mis kokulu çiçekleri bilirsiniz ya… İşte onlardan. Denizden, balıklardan, yosun kokusundan… Doğaya çıkıp kekik kokuları içinde yürümek dediğim…
İyilikten güzellikten, sevgiden aşktan ve umuttan yana ne varsa, onları yazabilmek… Bir edebiyat ustasından ödünç sözlerle, şöyle ağız dolusuyla gülebilmek…
“Haberin var mı taş duvar? (…) Dağlarına bahar gelmiş memleketimin...”*
O taş duvar nasıl soğuktur bilir misiniz; demir kapı kapandı mı bir kere.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça “tutuklanmamaları hâlinde adaletin işleyişine zarar verecekleri” gibi akıl almaz, vicdana sığmaz bir gerekçeyle tutuklandı.
Bu tür durumlarda “hukukta böyle bir suçun karşılığı yok” demek nafile. Franz Kafka’nın ünlü “Dava”** romanında bir “hukuk devleti”nde yaşayan Joseph K.’nın bir sabah evine baskın yapılarak tutuklandığında neyle suçlandığını sorgularken gerçeği fark etmesi gibi:
“Benim tutuklanmamın ve bu soruşturmanın arkasında yozlaşmış görevlileri, cahil müfettişleri ve sorgu yargıçlarıyla koca bir teşkilat var. Masum insanları tutuklayıp onlara karşı anlamsız soruşturmalar başlatıyorlar.” (S. 33)
20’şer yıl hapsi istenen Gülmen ve Özakça da “örgüt üyeliği” ve “örgüt propagandası yapmak” ile suçlanıyor; açlık grevinin “DHKP-C’ye özgü bir eylem olduğu” ve “masum hak arama talebinden çıkarak, örgütün eleman devşirme çalışmalarına dönüştüğü” ileri sürülüyor.
Örgütle ilişkileri ise eylemlerde atılan sloganlar ve Özakça’ya sorulan şu soru üzerinden “kurulmaya” çalışılıyor: “Gitar çaldığın bir video paylaşılmış, paylaşanların örgüt üyesi olabileceğini düşündün mü?”
Bir bankacı olan Joseph K.’ya sorgu yargıcının “Demek badanacısınız” demesi gibi absürt bir durum. (S. 32)
Ancak tutuklular çoktur salonda, söze Cumhuriyet internetin yayın yönetmeni Oğuz Güven girer ve der ki: “Bundan on gün kadar önce tutuklandım. Belki aslında bir badanacıyı tutuklamak istiyorlardı. Ama beni seçtiler…”
Normal bir mahkeme önünde görülen bir “dava” değildir bu.
“Düşmanlık hukuku”nun yürürlükte olduğu ve siyasal erkin yargıya müdahale yolunun gayrimeşru bir seçimle “resmiyet” kazandığı bir ülkenin tanığıyız.
Adını anmaya gerek yok, İçişleri Bakanı olacak kişinin haklarını arayan iki insanı “terör örgütü üyesi” diyerek “mahkûm etmesi”, hariciyecinin “karşılığını bulacakları” söylemi başka nasıl tanımlanabilir ki “hukuk devleti”nde: “Siz tutuklayın. Biz gerekçesini (kılıfını) buluruz” deme keyfiliği!..
Ama asıl şaşırtıcı olan işlerine geri dönme talebiyle günlerdir açlık grevinde gözlerimizin önünde eriyen ve sağlıkları tehlikede olmasına rağmen Gülmen ve Özakça’nın durumundan bazı insan müsveddelerinin keyif duyabilmesi... İnsanlığın içine düştüğü utanç…
Sosyal âlemde açlık grevindeki iki insana yemek fotoğrafı gönderenlerden içlerinde özel harekâtçıların da bulunduğu küfürbazlara ve işte devletlinin iki insanı kolayca “terörist” diye yaftalamasına: Trolünden tetikçisine, bürokratından üst düzey yetkililerine değin; siyasetiyle, medyasıyla, “yargısı” ve polisiyle… zapt ettikleri tüm kurumlarıyla nefretin, kötülüğün, riyanın, yalanın, pespayeliğin örgütlü gücü devlet, koca teşkilat!..
Böyle bir ülkede roller değişmiş; mağdurlar “suçlu”, asıl suçlular “mağdur” olmuştur.
Anayasa Mahkemesi’nin “anayasaya uygunluğunun” incelenemeyeceğine karar verdiği, Anayasa’nın ilgili maddelerine göre ilan edilen “Olağanüstü Hâl”in Kanun Hükmünde Kararnameleriyle (KHK) insanları işinde atma yetkisini kendinde bulanların yol açtığı adaletsizliğe karşı hak arayanlar, işleri aşları, sosyal hakları ellerinden alınanlar “terörist”, öyle mi?
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça gibi Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Ankara İl Müdürlüğü’nde sosyolog olarak çalışırken KHK ile işinden edilen Veli Saçılık suçlu, öyle mi?
Bunu topluma inandıramazsınız.
17 yıl önce “hayata dönüş” denilen toplu cinayet olayında Burdur’da kepçe cezaevi duvarını yıkarken kolunu kopardı Veli Saçılık’ın. Yaşamak için direnmekten hiç vazgeçmedi ama o günlerde oğlu için mücadele eden bir anne, Kezban Saçılık bu kez de meydanda polis postalının altında sürüklendi.
Son derece şaibeli hileli bir seçimin sonucuna göre iki puanla “Üsküdar’ı geçen?!” iktidar partisinin kongresinde “resmen” parti-şahıs-devlet bütünleşmesinin başlangıç tarihinde “yeni atılım dönemi; demokrasi, değişim, reform” diye sloganlaştırılan “Yeni Türkiye”nin bir utanç vesikası olarak geçti tarihe o fotoğraf ve Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın açlık grevindeyken evlerinin kapıları kırılarak ardından tutuklanması olayı: İnsan Hakları Anıtı’nın da “tutuklandığı” gündür.
“Ölüm mekanizmaları” kurularak insanların yaşama hakkının elinden alınmaya çalışıldığı günlerde emeğiyle, hakkıyla, onuruyla insanca yaşayabilmek için yüreğini ortaya koydu Nuriye ve Semih hoca. Bir deyişin kulağa fısıldanması gibi:
“Bir nefesçik söyleyeyim/ Dinlemezsen neyleyeyim.”*** (SE/ÇT)
*Ahmed Arif’in “İçerde” şiirinden.
* Franz Kafka, Dava (Çizgi Roman Dünya Klasikleri), Çev. Kutlukhan Kutlu, NTV Yayınları, 2009.
*** Şah Hatayi’nin deyişini Erkan Oğur besteleyerek seslendirmişti.