"Gözler ve kulaklar kötü tanıklardır yüreği barbar olanlara."
Kim neye ad veriyor…
Bundan yaklaşık iki yıl önce sıcak bir eylül akşamı Kıraathane24’te Orhan Koçak’a bir soru sormuştum: "Sizce bir yargıda bulunurken önyargılardan hareketle mi yargıya varmış oluruz? Yoksa önyargıları içimizde saklı tutarak yargılarla mı başlıyoruz eleştiriye, sizin zihninizde bu nasıl işliyor?" Birkaç sorudan oluşan bir soruydu aslında. Şimdi bunun iyi bir niyetle, doğru bir etikle yapılabileceğine inanmak istiyorum.
Achille Mbembe’nin Zenci Aklın Eleştirisi, Barış Ünlü’nün, Türklük Sözleşmesi, Spivak’ın Madun Konuşabilir mi? kitaplarının ortak temasına bakıldığında ana eksenin kelimelerin fenomenolojisi görülür. Kelimeler de bir metnin yüzeyini, yüzünü oluşturduğunu varsayarsak bu durumda kolaylıkla bir "karşılaşmadan" bahsedebiliriz. Karşılaşmalarda da yüzleşmenin imkan ve ihtimalleri üzerine düşünülebilir. Aşağıda daha ayrıntılı ele alınacak olan Ateş Alpar’ın İmkân ve İhtimal sergisi de yine şiddetin ardındaki yüzleşme ihtimalinin mümkünlerini işlediği sergiyi de yine bu fenomenolojik yöntemle işlenecektir. Yüzeylere ve yüzeylerin üzerindeki muktedir tarafından deforme edilmiş "açık yara"lara dair eleştirel yorumlara geçmeden önce tekrar kelimelere dönmek gerekiyor. Mbembe’ye dönüp bakıldığında dünyanın zenci geleceği ile karşılaştığımızı fark ediyoruz. "Zenci", bu bagajı yüzbinlerce ön yargı, aşağılama, katliam ve insanın haysiyetini yerle bir eden kelime sadece kapitalizmin ilk çağlarından itibaren öfke literatürüne girmedi. Çağlar boyunca yüzlerce farklı "zenci" oldu, oluyor ve olmaya devam edecek.
İnsanlık tarihi bu sembolik ve onu adıyla çağırmayan yüzlerce kelimelerle dolu. Bütün bu ön yargıları, ırkçılıktan alınan keyfi düşününce barışmanın, yüzleşmenin imkânı ve ihtimali nedir diye düşünülüyor "barış süreci" başladığından beridir. Acaba tıpkı "Zenci" kelimesindeki gibi mi seslenilecek barışmak denilen ortak mutabakata. Ne diyor bir arada olma ihtimaline Türkiye’de ve dünyada yaşayan Türkler ve Kürtler. "Barış Süreci, Terörsüz Türkiye Süreci, Barış ve Demokratik Toplum Süreci, 2. Çözüm Süreci, İhanet Süreci" gibi isimler dolaşıyor kamuoyunda. Bu ad vermeleri düşündüğümüzde bunu kim tayin ediyor? Ad verilirken tarafların rızası alınarak bir mutabakatla gerçekleştir mi? Kim, ne için bir ad veriyor? Etiği, hukuku nedir? Askıda kalan bir öfke var. Açıklama ve uygulamayla yatıştırılamayan, anlaşılmak için çırpınan, direnen, eksik kalan bir öfke. Çünkü yüzleşme hakiki değil, daha adı bile doğru konulmuyor. Öcünü almak isteyen kişiye hakikatle yüzleşme şansı verilecek mi? Buradan hareketle Öcalan’ın dediği gibi, "Kürt düşünceden düşürülmüş" olmuyor mu? Buradan hareketle aslında bir kelimeyle başlayan tarihsel sürecin yüzlerce yıkıcı şekillere girmesini sağlayan bir devlet ve aygıtları söz konusu. Ateş Alpar’ın sergisinde yine sadece güvenlik duvarları, gökyüzünden düşen harfler, kurşun izleriyle dolu adres tabelası görmekle birlikte oğlunun görüşüne giden ve sadece "nasılsın" kelimesi dışında hiçbir Türkçe kelime bilmeyen bir annenin her şeye "nasılsın" demesinde buluyoruz kendimizi. Bu yüzden kelimeler yani aslında dil, içinde bir evreni barındırıyor. Bu evren deneyimlerle düzenlenmiştir. Pekala düzenlenmiş olan bu evrene trajik müdahalelerde bulunan "devlet ve mahdumları" tüm Kürt reflekslerini travmatize edebilir.

Devlet şiddetinin dilinin görünüşü
Dil, varlık ve yurt arasındaki ilişkisini Heidegger ve John Zerzan’dan hareketle ele alıp incelersek Heidegger'e göre felsefe tarihinde varlık sorusu unutuldu. Aslında bu unutuluş dilin içinde ikamet ettiği evin (varlığın) yerini de unutmasına neden oldu. Dünyanın kaderi haline geldi yurtsuzluk. Çünkü dil, sadece konuştuğum, gramerden ve seslerden öte, burada olmamın sesiyse evini çoktan bulmuş olmalıydı. Dilin belki de içi boşaltıldı, tahrip edildi, gramerin yasasına boyun eğdirildi ve sürekli sembolik düzende kalmasına mahkûm edilerek hakikatin üzerindeki bir örtüye dönüştü. Zerzan da dilin sembolik hallerinin* her yere bir kanser gibi yayılarak ideolojikleştiğini ve bu ideolojik zehirlenmenin bütün yapıp etmelere sindiğini; yapıp etmelerin hepsinin dolaylamalardan asla asıl sorunun özüne ulaşılmasına izin vermediğini belirtiyor. Bu durumda eğer varlık unutulduysa -yani Freudyen bağlamda deneyim totemden semboliğe geçtiyse- dil ideolojikleşerek propagandaya negatif şiire dönüştü.
Varlık ve dil bağlantısı kopunca; varlığın içinde ikamet ettiği dil yurtsuzlaşarak kendinde amaç olmaktan çıkarak araçsallaşarak kendinde araca dönüştü ve dil istismar edilmeye başlandı. Bu arada dilin yasaklanması aynı zamanda varlığın yasaklanması ve yurdun yasaklanmasını da içermekte. Kürt düşünceden düşürüldü derken Öcalan da aslında Heideggerci manada dil-düşünce ve varlık ilişkisinden bahsetmeye çalıştığı söylenebilir. Eğer yıllarca varlık sorusu unutulduysa bu düşüncenin dilin ve yurdun unutuluşuysa düşünceden düşürülen Kürdün de dilsiz ve yurtsuz kalmasını sağladı. Onu düşünceden düşüren egemen "majör" dil Türkçe işte burada sembolik ve alegorik dilsel şiddetiyle hakikatin üzerini örttü. Şimdi ise yeniden başlayan süreçle usulünce gömülmeyen hortlaklar ve hayaletlerle doldu toplantı salonlarında tekrar Kürt düşüncesi hatırlandı ve tartışılmaya konuşulmaya başladı. Hatırlanan "Kürt varlığı" ile birlikte bir yüzleşme ihtimali ve imkanı oluştu. Ateş’in sergisinde yaratılmış olan o tahribatı görmekle birlikte tam da şimdi tekrar hatırlanan Kürt varlığının yok edilişinin de tarihini görmek mümkün. Sergi Kürt varlığının yurduna ve diline bedensel ve ruhsal hatta dilsel şiddet uygulayan devlet ve mahdumlarının yüzünü de gösteriyor.
Buradan hareketle varlık-dil-yurt üçgenine baktığımızda şiddeti; beklenen, tahmin edilen klişe imajlarla anlatmak yerine, bağırmadan, pornografik imgeleme düşmeden anlatmak mümkün mü? Ateş Alpar’ın Depo’da gerçekleştirdiği İmkân ve İhtimal sergisi devlet ve onun ideolojik aygıtlarının Kürt halkının imkânları ve ihtimallerini kendi fiziksel ve zihinsel şiddetine sıkıştırdığında direnmek nasıl mümkündürü; kendi bireysel deneyimlerinden anlatmaya çalışıyor. Sergide en kritik eleştiri, devletin Kürt halkının gündelik hayatına kastını da gösteriyor.
Spinoza da Teolojik-Politik İnceleme’de devlet şiddetini anlatırken ruhlara hükmetmenin dillere hükmetmek kadar kolay olduğunda bütün hükümdarların güvenli bir şekilde hüküm süreceğini ve haliyle herkesin hükümdarların buyruklarına göre yaşayacağını söyler. Hiç kimsenin kendi doğal hakkını, yani her konuda özgürce akıl yürütme ve özgürce değerlendirme yetisini başkasına devredemeyeceğini dahası kimsenin bu konuda baskı altına alınamayacağını; özetle devletin ruhlara yöneldiğinde iletişim kurmayarak bedensel şiddet uygulayacağını belirtir.
Demek ki bu durumda şiddet görünen ve görünmeyen olarak ikiye ayrılabilir. Ruhlara yönelen, yani dile yönelen şiddet orada eğer istediğini bulamazsa bedene -belki de dilin bedenine- yönelerek onu yok etmeye, ortadan kaldırmaya ve bir yer tayin etmeden hayalet gibi ortalıkta dolaşmasına neden olmakta. Ateş Alpar’ın sergisinde de mekâna, dile, bedenlere ve doğaya hatta belki de eşyaya yönelen devlet şiddetinin yaşattığı travmayı ve hortlaklık-zombileşme halinin göstergesidir.
İmkân ve İhtimal Sergideki birkaç fotoğraf üzerinden yorumlanabilir bu şiddetin gösterimini:


Sergide muktedirin uyguladığı şiddette yüzeylerin seçimi de mekandaki zamansallığı yok etmek üzerine kurulu. Bir adres nasıl öldürülebilir örneğin? Adrese ateş ederek. Yani üzerine yine kendi konuştuğu ve dayattığı alfabenin harflerini yazarak tekrar ona ateş etmek… Yüzlere ateş etmek, tarihin yüzüne mi ateş etmek. Tarihte en geriye kadar gidip yok ederek günümüze gelmek ve kendinden başka kimsenin orada yaşamadığını düşünmek. İşte kurşunlarla yazılmış olan Nusaybin ve diğer Kürdistan şehirlerinin tarihi. Mekanlar, içinde ve çevresinde insan kalmamış olsa bile yok edilmeye mahkumdur devlet tarafından. Çünkü olay şimdiye bir saldırı düzenlemek değil. Bütün zamanı süpüren geçmişi, şimdiyi ve geleceği de kapsayacak bir katliam yapmak gerekir muktedir için. O zaman yine aslında yazının başına ortasına ve muhtemel sonuna geldiğimizde varlık-dil-yurt üçgeni tersten yok edilmek isteniyor olabilir. Bu da aslında insanın deneyim çağına doğrudan saldırıyı göstermekle birlikte sembolik çağını da saldırmak değil mi? Yani yeri geldiğinde Kürtlerin ikonları ve sembolik dili de vurulabilir. Q, X ve W harflerinin, sarı-kırmızı-yeşil renklerinin vurulması… Barışmak ve yüzleşmek harflere ve renklere ateş etmemeyi de içeriyor. Kürtlere yasaklanmış olan bu deneyim çağı sonradan kendini sistem için yaşamak zorunda bırakan, direnme odaklarını daraltan bir düzene evrilmiştir. Klişe tabirlerle en ağır işlerde çalıştırılan, dilindeki türkünün harfleri değiştirilen, Türk lirasıyla kurulan ilişkide bile bir travma yaratılmış, 2000 sonrası Diyarbakır özelinde diğer Kürt illerinin Türk lirasıyla ve ekonomisiyle kurduğu ilişkinin kendi etnik kimliğinin etiğine karşı yozlaştırıcı etkiye dönmüştür. Yine Kürtlerdeki sekülerleşme deneyimi de kolonyal kanunlarla düzenlenmiş, özgür sekülerleşme yerini sınırları çizilmiş yasası belirlenmiş bir mahkûm sekülerleşmesine dönmüş durumda. Bu durum toptan yok ediciliğe karşı direnmeyi güçleştirmekle birlikte sürekli kendini tekrar eden yıkımları da sergide gözümüzün önüne getirmekte.


Son olarak ayna metaforuna bakılabilir. Yazı boyunca, dil, varlık ve varlığın kendini gerçekleştirdiği mekan olarak yurdun işgal ve tahrip edilişini sergideki resimler ve kavramsal fenomenolojik yöntemle inceledik. Psikanalitik olarak Aynanın başkasıyla ve kendi olmakla kurulan ilişkide de değerli olduğu açık. İşte şiddettin yayıldığı yerleri göz önünde bulundurunca kendiliğe ve başkalık deneyimlerine de ateş edildiği, yok edilmeye çalışıldığı görülüyor. Aynaya ateş etmek ve onu parçalamak kendini parçalamayı da içerdiğinden geriye sadece bütün insan olmayı esir alan bir haset durumu kalır. Ayna aynı zamanda ilk ötekiyle kurulan yani kendinin ötekisiyle kurduğu ilk ilişkiyi temsil etmekte. Bir Türk olarak, aynada gördüğü ilk öteki Türk’ü reddettiğinde başka birinin aynasını da kırmış oluyor. Çünkü kendinde olmayan başkalık, ötekilik dışarda olan ötekiliği de yok sayarak hem kendinin olmadığı hem de başkasının olmadığı bir evrenin içinde gözlerini açtığı anlamına gelebilir. Peki devlet neden aynalara ateş eder? Kendi yüzünü görmeye tahammülü olmadığı için mi yoksa yüzleşmek zorunda olduğu ötekinin yüzünü silmek için mi?
Bu nasıl bir hasettir ki kendi öznesini, kendi olmayı yok sayacak ve "hayali cemaatin" ad verme töreniyle çağrılmış, ona kim olduğu buyrulmuş olmayı kabul edecektir. Ayna, aynı zamanda bir yasa, bir buyruk, gelenek veya geçmiş de olabilir. Bu durumda orada da ötekisini göremeyen ve onunla yüzleşmek istemeyen kişi yine dışarda olan ötekiye tahammül etmeyecek onunla barışmayacaktır. Haliyle burada haset özneyi silikleştirir, özneleşmenin azalma kaygısı belki de başka birini yok ederek tekrar kendi özneleşme haline dönmeyi içermekte. Bu yok etme isteğinin hasedini öznenin azalışı üzerinden düşünmekte fayda var.
Peki bir muhatap bulunacak mı? Kendinin ötekisini kabul eden, onunla yüzleşen "ben" olmadan dışardaki öteki nasıl kabul edilecek. Devletin psikolojiyle, hafızayla, yüzleşmeyle ve nostaljiyle ilgilenmediği, yasanın soğukluğu ve griliğiyle sürdüğü bu barışmanın imkân ve ihtimallerinde toplantı salonundan dışarıya çıkacak mı? Biyopolitik kırım duracak mı? Rüyalara, fantezilere sızmış olan korkular dinecek mi? Nietzsche’nin dediği gibi muktedir için "bir güç istencine dönen mazlumluk" ne zaman sona erecek?
(OD/AB)



