"Gök açık da olsa kapalı da olsa insan sevmedikçe onu göremez."
Paul Eluard
Bugün bir martı çığlığı kalbim. Özgürlüğün değerini hissettirircesine Kadıköy – Eminönü vapurunun ardı sıra hiç bırakmadı peşimi martı kuşları.
Haydarpaşa’ya selam durdum, Kız Kulesi’ne hayâle daldım, Galata Kulesi’ne bir göz kırptım ama hiç ayrılmadılar yanımdan: Kanat kanat, çığlık çığlık...
Böyle zamanlarda soluğu hemen Beyoğlu’nda alırım. Çok renkli, çok kültürlü, çok sesli, çok dilli kozmopolit yapısıyla “Grande Rue de Pera”, iyi gelir bana. Beyoğlu’nun sosyolojisi, demografisi, mimarisi, ekonomisi, vitrini, esnafı, mekânı itibariyle -olumlu veya olumsuz- değişen dönüşen bir “tarih”i var. Ama hanlarıyla hamamlarıyla, pasajlarıyla, apartmanlarıyla, antikacılarıyla, meyhaneleriyle, kitapevleriyle, filmlere sahne, kitaplara konu, yazarlara şairlere mesken oluşuyla kadim zamanların izlerini taşır.
Aynı Pera; kadın, işçi, çocuk; insan, doğa, hayvan hakları kolektivizmine de ev sahipliği yapar. İstiklal’i ilginç kılan da bu benim için: Hem tarihin, hem kamusal alanın, hem de hâtıraların içinde bulurum kendimi.
* 1831 yılında İtalyan mimar Giuseppe Fossati tarafından inşa edilen Narmanlı Han'ın “restore” edilmeden önceki görünümü.
Tünel’den girişte Narmanlı Han karşıladı beni ilkin. Oradan her geçtiğimde olduğu gibi tam önünde durdum yine: “İşte” dedim, “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u yazdığı yer.” Yazarın ruhu dolaşır sanki bu yerde.
Türkiye’nin ilk kadın heykeltraşı kabul edilen Mari Gerekmezyan’a “Karadutum” şiirini yazacak, tablolarında ilham alacak kadar sevdalanan Bedri Rahmi Eyüboğlu da burada yaşamıştı.
Zamanında Tanpınar’la, Bedri Rahmi’yle, Gerekmezyan’la, Aliye Berger’le kültür-sanat abidesi olan Narmanlı Han ve kült filmlerin perdesi ve yaşanmışlıkların anısı Emek Sineması!
Han zor da olsa yerinde ama ne anıtsal ne de mimarî yönden korundu. Eskiden bağımsız olan Emek “AVM”nin üst katında! Cercle d’Orient (Serkildoryan) binasında hizmet veren profiterolüyle özdeş İnci Pastanesi yerinden edildi. Asırlık Hacıbaba Lokantası artık yok. Lavanta kokuları yayılan tarihî Rebul Eczanesi taşınmaya mecbur bırakıldı. Çiçek Pasajı eski günlerinden uzak. Karaca Tiyatrosu, Taksim Küçük Sahne, Alkazar Sineması kapandı. AKM yıkıldı, yerine bir kültür-sanat merkezi inşa edileceği belirsiz. Taksim Meydanı tamamen betonlaştı. Gezi Parkı asırlık ağaçlarıyla merkezî iktidarın -siyasî ve toplumsal kutuplaşmayı keskinleştirme amacıyla da- “kışla ihya” planıyla tehdit altında.
Kamu hakkını fazlasıyla temsil eden, bir yaşam kültürünü yansıtan, alışkanlıklarımıza denk düşen, hâtıralarımıza giren hikâyeleriyle bu sembol yerlerden, kamusal alanlardan, sosyalleşme mekânlarından, parklardan bazıları önceki yıllarda “yıkılmaması, yaşatılması için mücadele edilen mekânlar” olarak da “kent, tarih, kültür” bilincini eklediler asırlık tarihlerine.
Ama farklı kültürleriyle, farklı dilleriyle yaşayagelen Beyoğlu’nun tarihî ve kültürel dokusu yerel-küresel sermaye çevrelerinden ve kapitalizmin yarattığı rantiyeden fazlasıyla nasiplendi. Yükselen AVM’leriyle, mekânların kapanmaları ya da el değiştirmeleriyle, siyasî, ekonomik ve ideolojik baskı politikalarıyla, gözümüze sokulan görüntü kirliliği ışıklı reklâm panolarıyla kapitalizmin yeniden üretildiği ve yeme-içme alışkanlığında olduğu gibi yaşam ritüellerinde, insan ilişkilerinde, iletişim biçiminde de görülen “fast food” kültürün empoze edildiği seri tüketim alanına dönüştü. Ticarileşme estetiği, içtenliği, özgünlüğü, zarafeti, naifliği kaybettirdi.
Moralim bozuldu, dalgınlaştım...
Az ileride başımı biraz yukarı kaldırdığımda Üvercinka’nın şairi Cemal Süreyya düştü usuma, “Aklıma kadeh tutuşların geliyor Çiçek Pasajı’nda akşam üstleri” dizesini mırıldanıverdim kendi kendime.
Çiçek Pasajı’nın önündeymişim meğer. Karşı çaprazda “serbest düşüncenin, vicdan hürriyetinin ışığını tutan şair” [1] Tevfik Fikret’in zamanında müdürlük yaptığı Galatasaray Lisesi’nin görkemli kapısı. Önünde polis bariyerleri... Bir vicdan hareketi Cumartesi İnsanları orada değil bir süredir, ta geçen yazdan beri.
Günlerdir beklediğim sabrın selâmeti gelmişti de...
Adalet?...
Gülmek bir halk gülüyorsa...
Dizeyi henüz tamamlayamadan huzursuzluğum arttı. Kötü hâtıralar canlanınca duyulan rahatsızlık misâli Beyoğlu tarihinden olaylar geldi aklıma:
6-7 Eylül pogromu, “Kanlı Pazar”, 1 Mayıs 1977 katliamı, bombalı saldırılar, İstiklal’in polis tarafından ablukaya alınan sokakları...
Hak arayışında bir toplumsallaşma, dayanışma alanı olan Galatasaray Meydanı’ndan gözüm kapalı nasıl geçerim ki?
Dalgınlık işte. Biraz daha geriye doğru geldim pasajın oradan. Başımı yandaki binaya döndüm bu kez. Yukarıdan “Akdeniz Heykeli” her gün olduğu gibi bu akşamüzeri de “farklı yaşayışlarda, başka dilleri konuşan insan toplulukları”nı selamlıyor.
Az önce beni hiç bırakmayan martıları arıyor gözlerim: Neredesiniz ey martılar?
Acısıyla da yaşayan bir yer Cadde-i Kebir, nam-ı diğer İstiklal Caddesi: Bir zamanda yaşananlara tanıklık eden ve belleği olan; hayat-zaman-mekân üçlemesinin kesişim noktası.
İşte oradayım yine.
Yürürüm usuldan, girerim bir meyhaneye
İçeride üç beş kişi
Yalnızlık üç beş kişi
Bir kadeh rakı söylerim kendime [2]
Sonra düşünürüm...
Ayların yılları, günlerin geceleri kovaladığı yaşam serüveninde seyir defterine neler yazar ki insan? “Her ömrün yolculuğu farklıdır” derim kendi kendime: “Binlerce yaşam...”
Ama insanın anayurdu olan çocukluğundan hatıra gelen sahnelerin izdüşümü değil midir biraz da zaman ve buna mukâbil mekân!
Günün en güzel vakitlerinde bir koşu aldığın sıcacık boyozla özdeş ikindi çaylarında pencereye yağmur damlaları düşerken -veya gök gürülderken korkup da yanına iliştiğin- annen ile dertleşmelerini hatırlarsın. Dünyayı gördüğün ilk pencere, senin için en büyük hakikat...
Bir pazar günü hemen her fırsatta baba-oğul gidilen Alsancak stadındaki futbol maçları belirmeye başlar zamanın izinde. Cılız bir sesle yaptığın “Göz Göz Göztepe” tezahüratları.
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime. [2]
İlkokul sıralarında utangaç bir çocuk canlanır gözümde: “O soruyu öğretmene niye soramamıştım? - O şiiri okumak istediğimi niye söyleyememiştim?” En az 20 yıl öncesinin sorularına takılır kafan.
Garip bir akşam...
Seyir defterinin bir sayfasına bahar geldiğinde uçurtulan yaldızlı uçurtmalarla göğe doğru çıkılan yolculuğun hazzı yazılır: Göğün maviliğine hayran...
O günlerdeki gibi özenle yapacağın uçurtmanı yıllar sonra bir kez daha uçurmak istersin, yine aynı yerde; küçükken ıssız olduğu için yalnız gitmenize izin verilmeyen ama kaçıp kaçıp gittiğiniz sokağın yakınındaki koruda. Bu fikri hep ertelediğin gelir aklına, hayıflanırsın...
Sıkıntıyla geçen bir gecenin ardından kardeşinin fedakârlığı durur zamanın gerisinde. Belki bir arkadaşın sıcacık gülümsemesi...
Bir müzikle kaderinin değişmesi seni hâlâ şaşırtabiliyordur ya, mucizeleri düşünürsün. Ludwig van Beethoven’in Beşinci Senfonisi çalınır kulağına lise yıllarından.
Artık kendi mahallenden çıkıyordun. Haftada en az bir iki defa klâsik müzik konserlerindeydin, bir de niyeyse her gittiğin konserin biletini, programını saklamayı seviyordun. Zaman zaman tiyatroda alırdın soluğu. Enstrümanlar, sesler, insanlar, hikâyeler, dekorlar, giysiler; yeni tanışıklıklar, gelişen dostluklar.
Hayâl dünyasının sınırsız güzelliği. Estetik değerlerin uyandırdığı duygu ve hazlar. Merak duygun seni bambaşka bir evrene taşıyordu.
“Hayâllerin peşinden koşmayı öğrenmek” de güzeldi, “Güzeldi yirmili yaşların viyolonsel ile başlayan yolculuğu, notaların büyülü dünyasına” der, rakından bir yudum alır, gülümsersin...
* Almanya doğumlu besteci Beethoven, 5. Senfoni'yi sağırlığının arttığı ama en verimli yıllarında, 1808'de yazmıştı. İlk dört nota (sol-sol-sol-miii) “kaderin kapıya vuruşu” olarak değerlendiriliyor.
Notaların ardında biraz da dostluklar vardı hâlbuki, yaşamına etki eden ağabeylerin. Galatasaray Lisesi’nin hemen yanındaki sokakta eski Beyoğlu apartmanlarından birinde çekilmişti o hiç kaçırmadığın bir dönemin “fenomen” dizisi. Yıllar sonra bir İstanbul gezinde arayıp bulmuştun o evi. Hikâyenin ruhu sinmişti sanki evin her yerine. Az sonra konsere gidecektin, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’na; üstelik konseri çocukluğunda izlediğin o dizinin başrol oyuncusu, yaşamında pek çok iyi şeye vesile olan, tanımayı ve tanışmayı bir şans saydığın ağabeyin anlatacaktı.
Zaman-mekân-hayat buluşmasına bir kez daha tanıklık ediyordu o akşam kadim Beyoğlu.
Karmaşık ama güzel duygular içindeydin.
O konserde 200. yaşı kutlanan “piyanonun şairi” François Frederic Chopin’in mazurkaları, noktürnleri gibi tınlıyor şimdi yaşam.
Bir ara şaraba gider aklın... Başında hâtıraların uğultusu. Kurtulamazsın.
Bir gün umulmadık bir gidiş, ansızın yaşanan bir acı düşer seyir defterine usulca. Bir sessizlik başlar, “ölüm sessizliği...”
Hayatının en uzun sessizliğiydi o. Bu bir gecede, maalesef artık çocuk olmadığını idrak etmenden başka neydi ki?..
Bir yudum daha alırsın rakından...
Hiç unutmazsın! Başucunda Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Sabahattin Ali romanları... En güzel avuntun. Oysa çok daha fazlası: Hayatlar, göçler, insanlar, şehirler, kültürler, savaşlar, dramlar, ölümler...
Büyük halk ozanı Köroğlu’ndan esintiler...
Edebî lezzetin, ustaca kurgulanan olayların, özgün karakterlerin, destansı dilin, kendine has üslûbun, tasvirlerin ardı sıra sosyal gerçeklik. Milyonların gerçeği: Önce Ekmek! İnce Memed’in düzene başkaldırısı senin de isyanın olur.
Açlığın, sefaletin, savaşın ortadan kalktığı, trajedilerin olmadığı daha iyi bir dünya, daha iyi bir gelecek demiştin; eşitçe, özgürce, kardeşçe ve insanca... Seni değiştiren bir şairin dizeleri takılmıştı aklına.
Açıklamak ve değiştirmek için dünyayı
Umut birlik ve çaba gerek [3]
Başın sıkıştığında ya da yorulduğunu hissettiğinde ise Bedri’nin Macide’ye söyledikleriyle arınmıştın tozlarından.
“Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var… Belki pek az… Ama var… Unutmayın ki, dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Bu söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini tam göstermiş olmaması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hakim olacağından ümidi kesmeyi icap ettiremez…” [4]
Ümitvâr!..
Bu akşam beliren en güzel kelime bu belki de.
Bir sayfa daha çevirirsin: evden ilk ayrılış ânı çıkar karşına, sevinç ve heyecanla başlayan fakülte yılları... Bir hedefin, bir idealin peşinden koşuyorsun.
Haklılığın getirdiği cesaretle arkadaşlarınızla birlikte giriştiğiniz bir eylemi hatırlar, “Devlet otoritesiyle karşılaştığımızda nasıl da dayanışma içine girmiştik” diye arkadaşlarınızın kulaklarını çınlatırsınız. Tam da o günlerde fark etmiştiniz belki mesleğinizin zorlu yollarını ve bunun için direnmenin, vazgeçmemenin zorunluluğunu!
Ayrımcılık, ırkçılık, zorbalık, eşitsizlik, kötülük, sömürü ve onlarca hak ihlali, binlerce ölüm. En az 301 insan ölmüştü bir mayıs günü. Emeğinle geçinmenin karşılığı ölüm olmuştu. Bir ekim sabahı demokrasi, barış ve adalet istemek yine ölümle sonuçlanmıştı.
Ölümlere, acılara alışmamız istenmişti. Kadınlar, işçiler, çocuklar, gençler, hayvanlar ölmeye, ormanlar yanmaya, dereler kurumaya, ağaçlar kesilmeye, kıyılar yapılaşmaya, şehirler yağmalanmaya devam ediyordu.
Elim sanata düşer usta
Dilim küfre, yüreğim acıya
Ölüm hep bana
Bana mı düşer usta?
Sevda ne yana düşer usta
Hicran ne yana [5]
Bir söz fısıldanır kulağıma. Nereden eser bilinmez. Bir filmdendi sanırım. Ama daha ziyade o sözün yaşamın bir kesitinde paylaşıldığı an düşer masaya:
İnsan zamanı durdurmak istediği yere aittir.
Ve geriye aslında hep anlar kalır der bir yazar, film sahneleri gibi.
Ve ayrılıklar...
Ve kavuşmalar...
Hayat dediğin zaman bir biçimde durduğundaki tılsımlı anların toplamından başka nedir ki?..
Galiba bir şarkı yankılanıyor meyhanenin fotoğraflarla dolu beyaz badanalı duvarları arasında. Bir Ayla Dikmen yorumu bu:
Sevilirken bilmedin mi?
Ben söylerken gülmedin mi?
Falımızda hasret var,
Ayrılık var demedim mi?
Nitekim umuduyla acısıyla, ayrılığıyla kavuşmasıyla “aşk” da hâtıraya düşer bir gün ve yalnız tortusu kalır ardında.
Bilirsin ki aşk; iyiliğin, sözün, sesin, yolun, yeşilin, baharın, şiirin, mavinin, özgürlüğün güzelliğine kalbin sonuna kadar açılan kapısı; mis kokulu kır çiçekleri baharda, martı çığlıkları kıyıda.
Bir kadeh rakı daha söylerim kendime.
Bir cigara yakarım...
– Pişmanlığım yok geçen yıllardan!
Bir sessizlik...
Sanki bütün masalardaki insanlar sustu, uğultu kesildi, müzik durdu...
Dışarıdaki yağmur iyiden iyiye çoğalıyor. Yağmurun toprağa düştüğü andaki kokusunu anımsıyorum, o müthiş kavuşmayı...
Derken dizeler geçiyor aklımdan: “İnsan insanın içine/ En çok yağmurda düşer.” [6]
Şu şairler sevgililerden beter;
Nedir bu adamlardan çektiğim?
Olur mu böyle, bütün bir geceyi
Bir mısraın mahremiyetinde geçirmek? [7]
Hâtıralarını, sevinçlerini, korkularını, acılarını, özlemlerini; dostluklarını, arkadaşlıklarını yazar insan seyir defterine.
Gidenleri… Gelenleri...
Ama bir akşam özgürlüğün, sevdanın, emeğin hatrına içmekten kalmaz geri...
Ya da içtiğinde mi hatırlar, hızla geçen seneleri.
– Söyle be! Ne zamandır burda bu gemi
– Denizin değil hüznün üstünde
Belki yarın gidecek
Bir anı gelecek başka bir anının yerine
İnsan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine [2]
(SE/EKN)
--------------------------------------
[1] Sabiha Sertel, İlericilik-Gericilik Kavgasında Tevfik Fikret, Cumhuriyet Kitapları: 2006.
[2] Edip Cansever, Sonrası Kalır II, Yapı Kredi Yayınları: 2016.
[3] Paul Eluard (Çev. A. Kadir, Asım Bezirci), Asıl Adalet, Evrensel Basım Yayın: 1992.
[4] Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan, Yapı Kredi Yayınları: 2016.
[5] Refik Durbaş, Çırak Aranıyor, Islık Yayınları: 2016.
[6] Haydar Ergülen, Öyle Küçük Şeyler, Kırmızı Kedi Yayınevi: 2016.
[7] Orhan Veli, Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yayınları: 2015.