Herkese aidim ve kimseye ait değilim.
Sen gelmeden önce buradaydım
ve sen gittikten sonra da
burada olacağım. (1)
Bir ağacın karşısında durup ona uzun uzun baktınız mı hiç? Sırtınızı gövdesine yaslayıp göğe kucak açan dallarını seyre daldınız mı? Hayranlıkla, merakla, sabırla o ağacın hikâyesine kulak verdiniz mi? Onun toprağa tohum olarak düşüşünü, filizlenip topraktan çıkmasını, göğe yönelip gelişip serpilmesini, börtü böceğe, kurda kuşa, çiçeğe sarmaşığa, havaya suya, bin bir türlü canlıya yuva olmasını, kol kanat germesini düşündünüz mü hiç?
Bu sonbahar ağaçlarla olan ilişkim bir başka benim. Beton yığınları arasına hapsedilmiş, çocuk parklarında ‘mecburen’ varlıklarına el sürülmemiş ağaçları gördükçe durup izliyorum hayranlıkla. Yeşil, yeşilden turuncuya, yeşilden sarıya, yeşilden kahveye dönüşen yapraklarına bakıyorum. Hüzün vermiyorlar bana. Yaşam dolu bir enerjiyi, dönüşümü, yenilenmeyi ve mavi bir gülüşü armağan ediyorlar ruhuma. Öyle ki birkaç gündür zihnim ağaçlarla dolu. Sonra sözcükler geliyor dilime ve dökülüyorlar sanal beyaz bir kâğıda.
Soruyorum kendime, acaba bir ağaç olabilseydim hangisi olurdum, diye. Sonra şairimin “İnsan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer / Suyunda yüzen balığa / Toprağını iten çiçeğe / Dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine” (2)dizeleri düşüyor aklıma ve meşe olurdum ben, diyorum.
Meşe ormanıyla çevrili bir köyde doğup büyüdüm. Devasa meşe ağaçları, bakmaya doyamadığım meşe ağaçları, gölgesine sığındığım meşe ağaçları, kesmeye kıyamadığım meşe ağaçları, meşe de meşe...
Sonra meşe ağaçlarından yoksun lise ve üniversite yılları ve sonra betonla nefesi kesilmiş bir mega kentte meşesiz bir hayat… İnsan bir varlığa olan sevgisinin kıymetini ondan ayrılınca anlarmış.
Üniversitenin 'Devrim' yazan stadyumunun arkasında bir meşe ağacı gördüğümde nasıl heyecanlanmıştım, anlatabilir miyim, bilmiyorum. Anlatsam anlayabilir misiniz onu da bilmiyorum? Deneyelim. Yıllarca görmediğim bir dostumu, uzunca bir süre ayrı düştüğüm ve kokusunu içime çekemediğim sevgilimi aniden görmüş gibi kalbim küt küt atmış, heyecandan elim ayağım titremiş, yüzüm al al olmuştu. Uzun uzun bakıp, dallarına, yapraklarına dokunmuştum.
Sizi bilmem ama şairim Ahmet Erhan çok iyi anlardı beni eminim. Nasıl bu kadar emin olabiliyorum? Sanırım Ağaç şiirini okuduğumda bundan emin olmuştum.
Bu şiire girmek için
yıllarca bekledi
şu yaşlı ağaç.
Kimse onu anlamadı.
Yanından geçen
birini görünce
Usulca kıpırdanmasını bile
bir şeylere
yormadı...
Yolun kıyısında duran
yapraksız, tozlu ağaç
işte bir şiire girdin.
Artık yalnızca
bir ağaç değilsin...
Şimdi bir çınar ağacının dalları misali yayılalım ve bir yolculuğa çıkalım.
Nazım Hikmet’in Gülhane Parkında bir ceviz ağacı olmak istediğini bilirsiniz de Gülhane’ye gittiğinizde Nazım’ı yâd eder misiniz? İlk kez oraya gittiğimde aramıştım ceviz ağacını. Yoktu. Acaba vardı da devlet dersinde komünizm propagandası yapmaktan cezalandırılıp kesilmiş miydi?
Ceviz ağacı beni sarıp sarıp dinlediği bir şarkıya götürüyor. Mikail Aslan'ın Aynur Doğan ile söylediği harika bir şarkı. Dara Goze. Bir ceviz ağacından kendisini saklamasını ve onu askerlere karşı korumasını dileyen bir insanı anlatıyor. Dinleyelim mi?
Ahlat ağacını Nuri Bilge Ceylan’ın filmi vesilesiyle tanıyan bir ben değilim sanırım. Merak edip fotoğraflarını incelemiştim ve bir sürprizle karşılaşmıştım. Aslında bildiğim bir ağaçmış ama Türkçesini bilmiyormuşum. Mûrî, yani yaban armudu. Amcamla ve kardeşlerimle gecenin karanlığında gidip meyvesini topladığımız günler geldi aklıma. Neden gece? Onu meyve ağacı olmayanlar anlar.
Yazıyı yazarken düşündüm de hayatımda ne çok ağaç varmış. Ruhumu kokusuyla şenlendiren portakal ağacını anmasam olmaz. Ne zaman portakal ağacına dair bir şey okusam, bir fotoğraf görsem İnce Memed gelir aklıma. Onun portakal bahçesi içindeki bir evi hayal edişi ve burnuma portakal kokusunun gelişi. O kokunun kitabı okuyanın burnuna gelmesi de Yaşar Kemal’in ağaçların dilini bilmesinin kanıtı galiba.
Bir köy çeşmesini, dere kenarlarını mesken tutmuş kavak ağaçlarının rüzgârda usul usul şarkı söyleyen dallarına ve yapraklarına kulak verelim mi? Hep göğe, ille de göğe doğru uzanan nazlı dallı kavaklar... Şairim Metin Altıok'a şiir yazdıran kavaklar… Ah kavaklar, kavaklar… Onno Tunç’a nota olan, Sezen Aksu'nun sesinden yüreğimize dokunan kavaklar.
Sevgili Yıldırım Türker’in “yeni yaşamın muhteşem bir provası” olarak tanımladığı Gezi Parkı’ndaki ağaçları anmasak olur mu? O ağaçların boynu bükük müdür şimdi? Kırık mıdır dalları? Titrer mi yaprakları acıdan? Hasretle anarlar mı mavi gülüşlü çocukları, devlet dersinde gülüşleri yarım bırakılan çocukları?
Yokuş Yol'a şairinin kanayan sömürge coğrafyasında her orman yangınında “benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar” (3)ve "bedenim üşür, yüreğim sızlar" (4) bilir misiniz?
Yakılan meşeler birkaç yıl içinde kendini öyle bir yeniler ki hayran kalırsınız. Sırrını söylemem. Devlet bilmesin.
Dönüp dolaşıp qerta maza’ya, yani meşeye geldik değil mi? Birkaç hafta önce önünden defalarca geçtiğim ama kafamı kaldırıp da bakmadığım, öğrencilerimle kahve içerken tesadüfen bakıp gördüğüm ve heyecandan kalbimin küt küt attığı meşe ağacı... İşte ne olduysa o an oldu. O gün meşe, palamudunu usulca bıraktı dilime. Sonra okunacak bir metne döndü ağaçlar… Okuru olmaktan mutluluk duyduğum Emek Erez, Herman Hesse'nin bir kitabını incelediği yazısında şöyle diyordu:
"Hesse’ye göre ağaç, bazen ev, bazen anne mezarı, bazen bir ibadet yeri, okunacak bir metin, seni dinleyecek bir dost, Beethoven ve Nietzsche gibi büyük, konuşulacak kadim bir tanrı, olduğundan başka bir şey olmak istemeyen, içinde tanrıyı taşıyan bir varlık."
Ağaç deyip geçmeyelim.
Ve uzaklardan seslenir mavi gözlü bir dev, "yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / ve bir orman gibi kardeşçesine..." (5) diye. Duyuyor musunuz?
Bu hasret bizim ağaç kardeşlerim, kardeşim ağaçlar! (HÖ/HK)
(1) Bir zeytin ağacının Homeros’un kulağına böyle fısıldadığı rivayet olunur.
(2) Edip Cansever, "Mendilimde Kan Sesleri"
(3) Turgut Uyar, "Yokuş yol'a"
(4) Metin Altıok, "Öndeyiş"
(5) Nazım Hikmet, "Davet"
* Fotoğraf: Haluk Kalafat