Bu hafta vizyona giren "Karanlık Kız" (The Lost Daughter), -filmde çokça vurgu yapıldığı üzere orta yaşlı- bir akademisyenin tatil için gittiği bir Yunan adasında genç bir anne ile tanışmasıyla, annelik tarihindeki karanlıkla ve genel olarak evliliği ile hesaplaşmaya doğru sürüklenmesini anlatıyor. Yönetmenin karakter tasarımlarında gerilim, belirsizlik, sıkışma, tekinsizlik ile Akdeniz'in dağınık iyimserliğini birlikte kurgulama konusundaki becerisi, Olivia Colman'ın derin oyunculuğu, etkileyici metaforik örüntüler, film hakkında annelik, kadınlık, pişmanlık, duygusal boşluk, düş kırıklıkları, obsesyon, kaygı temaları etrafında dolanan yorumlar yapmaya kışkırtıyor, kuşkusuz. Muhtemelen yapılıyordur, yapılacaktır.
Ne var ki film bana ebeveynliğin yapısal krizinden bahsetmek için bir fırsat gibi geldi.
Zira filmin başkarakteri olan Leda'nın evli olduğu erkek de (Joe) filmin bir sahnesinde etkileyici şekilde ebeveynlik krizinin orta yerinde tasvir ediliyor. Yine adada çalışan ve Leda'nın yalnızlık kaidesinde bağlantı geliştirdiği Lyle'yi filmin tematik taşıyıcılarından biri olarak izliyoruz. Öyle ki Lyle, başarısız, kaybetmiş, pişman bir babadır. Leda ve Lyle, ebeveynlikleri ile ilgili hesapları olan, kendi karanlıklarından kaçınan karakterlerdir.
Leda'yı ve pekâlâ bizi bu karanlığa götüren, bir yönüyle -filmde dokunaklı şekilde ifade edilen- çocuk olmanın savunmasızlığı elbet. Ne var ki, film, diğer yandan ebeveynlik tasarımını ve bu tasarımın ne kadar etkisinde olduğumuzu da düşünmemiz için bir olanak olabilir.
Bir kültür tasarımı olarak ebeveynlik
Öyle ki, genel olarak ebeveynliği -ve yakın dönemde iyi ebeveynliği- kültür tasarımının muktedirleri tarifliyor. Bu tarif günün sonunda mutlak bir noksanlık hissine neden olur. Çünkü noksanlık düşüncesi, dizaynın teminatıdır. Film de bir noksanlık, noksan "bırakmışlık" hikâyesi olarak karşımıza çıkıyor.
"Dünyaya çocuk getirmek" deyimi, çocukların evli çiftler için hali hazırda zaten kültür tarafından dünya dışında bir yerde üretilmiş olduğunun da itirafı gibidir. Müstakbel ebeveynlerin işi, çocuklarını gidip üretildiği yerden getirmektir. İnsanların dünyaya getirdikleri, çocukluktan bağımsız bir canlıdır. Çocukluk başka bir yerden getirilir, dünyaya gelen canlıya giydirilir. Yine insanlar anne-baba olurlar ama kendi başlarına ebeveyn olamazlar, o da tıpkı çocukluğun üretildiği yerden temin edilir.
Ebeveynlik psişesi
Çocuk, bir anne ve/veya babanın kendi varoluşsal tasarruflarında araçsallaştırdıkları bir imgedir. Bu imgenin ardında perdelenmiş birçok yetişkin personası yer alır. Çocuk imgesi bir yetişkinin kendi yetişkinliğini onardığı/yeniden ürettiği/uyumlandırdığı yerdir; bu sebeple çocuğun bir özne olarak gönüllü kabulü tam anlamıyla hiçbir zaman mümkün olmaz. Leda'nın da içinde olduğu krizin bir ekseni budur.
Bu, yani çocuk dünyaya getirmenin bir yetişkin fantezisi olmasıyla, çocuğun özneliğinin çelişmesi ebeveyn ile çocuk arasındaki ontolojik paradokstur ve aslında "iyi ebeveynliği" kategorik olarak ihtimal dışı bırakır.
Filmde yalnız bırakıldığı için çocukların öznelikleri ile baş edemeyen ve verili ahlaki ölçütlerle çelişse de kültür tasarımından vazgeçen bir anneyi izliyoruz. İdeolojik (patriyarkal) kültür bu anneye hedonisttik, narsist vb. diyecektir. Belki de öyledir ama kültürün derdi çocuğun hakkı değil, kadını annelik tasarımı ile çerçeveleyen ideolojik tasarruflarıdır. Zira aynı pozisyondaki bir babanın meşru görülme katsayısı anneye göre çok daha yüksektir.
Ne olursa olsun, ebeveyn olma motivasyonu ile çocuğun özneleşmesi varoluşsal olarak çelişmek zorundadır ve her iki varoluş çelişme-uzlaşma salınımında kendi alanlarını kurar, yeniden oluşturur.
Leda, çocukların varoluşu ile kendi varoluşu arasındaki çelişkide verdiği kararlarla yıllarca salınarak Yunan adasında bir tatil tesisine gelmiş görünüyor. Biz psikoloji profesyonelleri, Leda'nın çocuklarını kategorik olarak dezavantajlı görürüz. Ne var ki bu dezavantajın sebebi annesinin davranışının norm dışı görülmesidir. Oysa bir kadının -anne de olsa- kendi varoluşunu çocuklarının olmadığı bir alanda kurması olağandışı değildir. İdeoloji buna alan açmadığı için yani annenin çocuk dışılığı kendine bir kültür alanı açamadığı için bu, çocukların mağduriyeti ile sonuçlanır. Bu anne olan kadının değil, annelik sisteminin marazıdır.
Tüketim nesnesi olarak çocuk
İnsanlar çocuğu kendi zevk, neşe ya da çeşitli türden fantezileri için dünyaya getirirler. Arzularını, dileklerini doyururlar. (Filmde tüm kadın karakterler annedir ve doğumu yaklaşan Callie bu doyum arzusunu oldukça iyi temsil eder.) "Dünyaya getirmek" ifadesi burada alışverişle ilişkilendirilebilir: Tüketim nesnesi bir maliyet karşısında dünyanın kapısına getirilmiş olur. Ne var ki, başka hiçbir şekilde doyurulmayacak olması nedeniyle (ya da öyle olduğu iddiasıyla) yaşamın en maliyetli alışverişidir bu. Maliyet önceden sabitlenemez, sürekli artar. Uzun yıllar çalıştığın, çalışarak kendinden geçtiğin halde ödemeleri bitmeyen, korku ve kaygıların güçlü eşlikçiler olduğu, tüm hayat boyunca gerilim vadeden, ölçüp hesaplanması mümkün olmayan bedellerle yüklü bir maliyet. Son model bir arabadan, iyi bir evden ya da hayali kurulan bir zeytin bahçesinden daha pahalı, gerçek bir ekonomik maliyet!
Bir kayıp alanı olarak ebeveynlik
Ne var ki, asıl bedel, diğer hazlardan, başka tüketim nesnelerinden, hayatın baştan çıkarıcı zevklerinden fedakârlık yapmak, çoğu zaman libidonun yatırımlandığı kariyer hedeflerinden vazgeçmektir. Anne-baba olmak, anne baba olunmadığı zamanlara ait olanakların kaybıyla, hiç çocuk dünyaya getirmemiş olma gibi bir alternatif tarihin muhtemel zevklerinden vazgeçmeyle sürekli yüzleşmek anlamına gelir. Zira hayat, yerine çocuğun tercih edildiği "şey"lerin de içinde akar.
Ebeveynin çocuk üzerindeki güçlü duygusal tasarrufları bu kaybın telafi talebini, kaybın bir tür yasa dönüşme riskini de baskılayacak bir yönelimi/arzuyu içerir ve arzunun doyurulması bu sefer çocuğun yetişkinin yaratım alanına dönüştürülmesi ve kontrol edilmesi olarak sağlanır.
Bu maliyetin katlanılmaz olduğu zamanlarda ya da kontrolünde bir canlının olması bu devasa maliyeti karşılamadığında filmimizin kahramanı Leda'yı daha iyi anlarız. Böyle bakınca konu etik değil, maliyet-fayda ilişkisidir.
S.Freud gibi sevgilisine binlerce mektup yazan bir ikinci kişi olmadığı söylenir. Tüm bu mektuplara konu olan edebiyat, kuram, romantizm, libido, hayal gücü̈ ve akıl, nihayetinde sevgilisi Martha'yı evliliğe çağıran lirik bir kurguyu içerir.
Freud evliliğin 10. yılında Emma Jung'a yazdığı bir mektupta, "Evliliğimiz çoktan kendini amorti etti, (galiba dünyaya getirdikleri 6 çocuktan bahsediyor) heyecan bitti, benim bundan sonra ölümü beklemekten başka yapacak bir şeyim yok" yazar.
Anne-baba, çocuk dünyaya getirerek tarifsiz mutluluklar yaşar. Bir tüketim nesnesi olarak çocuğun varlığı ile mutluluk alanları oluşturur. Ne var ki, bebeğin dünyaya geldiği paketten benliğin feda edilmesi ve belirsizlik korkusu da çıkar. Daha doğrusu kampanya, sevinç ve vazgeçmeyi birlikte içerir. Suyun derinliği kestirilemedikçe difüzyon baskısı ile bazen aileden, çocuklardan uzaklaşmak dışında bir şans kalmayabilir.
Leda, adada karşılaştığı ve anneliğin yaşamını nasıl boğucu hale getirdiğinden yakınan genç anneye, -yanlış hatırlamıyorsam- "annelik ıstırap verici bir sorumluluktur", der.
Istırap ürkütücü bir ifadedir. Kestirilemez, standardize edilemez, herkes için öngörülebilir bir ranjı bulunmaz, üzerine ahkâm kesilemez.
Nihayetinde kültür tasarlar, insanlar arzular, (ya da tersi) maliyet oluşur ve bazı maliyetler dayanılmaz ıstıraplar verir. Istırap, toplum tarafından tanınmadığında insan kendine yabancılaşır. Bu durumda konuşulması, (düşünülmesi) en zor olan şeyler kendimizin de anlayamadığı şeyler olur.* Kendimizin de anlamadığı haller ruh sağlığını Leda'nınki gibi tehdit eder ve iyileşme ancak kan akarak** gerçekleşebilir.
The Lost Daughter, 2021
Yönetmen: Maggie Gyllenhaal
*"The hardest things to talk about are the ones we ourselves can't understand." – Filmin uyarlandığı, Elena Ferrante'nin The Lost Daughter romanından.
**Son sahneye gönderme
(OG/AÖ)