adam mutsuzdu... adam yalnızdı... çok yalnızdı.
büyük ve küçük “kalabalıkların” içinde yapayalnız hissediyordu kendisini!...
“küçük” insanlardan oluşan büyük kalabalıkların içindeyken de, “büyük” insan saydığı küçük kalabalıklar içindeyken de hissediyordu aynı yalnızlığı, hem de aynı şekilde.
çok yakınlarıyla birlikte olduğu anlarda bile yalnızdı, çünkü o en yakınındakilerle bile aralarında çok büyük uzaklıklar hissediyordu... karısı başka türlü bakar olmuştu yüzüne. kardeşleri çok uzun zamandır uğramıyorlardı. çocukları ise çok uzaklardaydılar zaten. onları korumak için her birini çok uzağa göndermişti, çok zorlanarak da olsa. böyle gerekiyordu. onları korumalıydı.
çalışan iki kadın, güvenliğinden sorumlu olanlar, evin zorunlu işlerini yapanlar, sekreterleri, hepsi ama hepsi onun hissettiği yalnızlığı büyütmekten başka işe yaramıyordu.
evde olduğu zamanlarda da yalnızlığı daha da dayanılmaz geliyordu.
kaçmak istiyor kaçamıyordu.
“hakkıdır, haklıdır…”
herkes ondan söz etsin istiyordu. yaptıklarından, yaptıklarının sonuçlarından. güzel şeyler, hoş şeyler söylesinler istiyordu. ona hayranlıkla baksınlar istiyordu. her yaptığını beğensinler, övgüler düzsünler, hep ondan ve yaptıklarından söz etsinler istiyordu.
gerçekten öyle olup olmamasının önemi yoktu. yalnızca duydukları böyle olsun istiyordu.
böyle söz edilmesini sağlamak için çaba harcıyordu. sürekli bunları söyleyen ve ona duyuran insanlar neredeyse bir ordu kadar olmuştu. her yere onlarla birlikte gidiyordu. sayılarını sürekli artırmaya uğraşıyordu, ama yine de gözüne hep az görünüyordu. söylenenler, duydukları ona yeterli gelmiyordu. her söyleneni duymak işitme için oradan oraya koşturuyordu.
söz ediyorlardı nitekim. hem de çok fazla söz ediyorlardı.
bazen söylenenlerin anlamsız geldiği de oluyordu. ama yine de “hep” söylensin istiyordu.
kulağına gelen sözler arasında en çok “olumsuzluklar”, “kötü sözler”, “eleştiriler”, “yaptığı yanlışlar”ı duyuyordu. bu onu kahrediyordu. onları teker teker yok etmek istiyordu. bunu da sıklıkla çevresindekilere ifade ediyordu. onların bir çoğunun yok edildiğini de arada sırada fark ediyordu. ona bu “yok etme”lerin hep başka nedenlerle olduğu söyleniyordu, doğal ya da kendiliğinden olduğu söyleniyordu. böyle söylenmesini istiyordu ve ona öyle söylüyorlardı.
ama yine de duyuyordu, o “kötü” sözleri, bir şekilde kulağına, ona ulaşıyordu.
o zaman dayanamıyordu işte.
o küçücük olumsuzluklar, yanlışlar, kötülükler, büyüyor, büyüyor, üzerine doğru geliyor, o zaman çok küçük, çok zayıf, çok güçsüz olduğunu fark ediyor, yalnızlığı onun için daha da dayanılmaz oluyordu.
“öğretmen”in dediği, demediği...
çözmeye uğraştı ama. hep “güzel” şeyleri duymak isterken “kötü” şeyleri de duyuyordu. ilkinden vazgeçse diğerlerini de duymayacaktı, hissetmeyecekti belki. ama vazgeçemiyordu.
çözemedi bir türlü... çaresi kalmayınca el aldığı, bir sözünü bile ikiletmediği, ne derse aynen yaptığı “usta”sına, “pir”ine, “öğretmeni”ne, “büyüğüne” gitmeye karar verdi. onun mutlaka çözeceğini düşünüyordu. kimseler duymadan, kimseler görmeden ortadan kayboldu.
kısa sürede ulaştı “öğretmen”e. tüm olanaklarını kullanarak. ona gittiğini kimselere duyurmadan hem de.
çok zamanı yoktu; yine de nereden başlayacağını bilemedi, sustu bir süre.
sonra dudaklarının arasından çıkan söz “yalnızlık çekiyorum” oldu.
“öğretmen” bir karşılık vermedi.
sonra ne yaşıyorsa, yaşarken ne hissediyorsa, neler düşünüyorsa, aklının erdiği dilinin döndüğünce, tüm açıklığıyla anlattı bir solukta. üç saate yakın konuşmuştu, ama ona bir çeyrek saatten bile daha kısa zamanda anlatmış gibi geldi.
sonunda “bir umar”, “bir çare”, “bir çıkış”, “bir çözüm” bulmak istediğini söyleyerek adeta yalvardı. oysa ona asla yalvarmamasını öğreten de “öğretmen”iydi.
ona yardımcı olmazsa, artık yaşayamayacağını, yaşamın ona anlamsız geldiğini ve bundan sonra yaşamak istemediğini söyledi.
“öğretmen” dinledi... sustu ve dinledi... yalnızca dinledi... söz bittiğinde de dinledi...
sözle ifade edemediklerini de dinledi.
sustular. ikisi de...
kuşku
ilk kez o zaman kuşkuya düştü ikisi de...
kuşku ilk kez o zaman düştü, akıllarına ve yüreklerine...
yanlışı ilk kez o zaman, hem de aynı anda gördü ikisi de... hem de hiç kondurmadan..
“öğretmen”inin yeterinde büyük bir “öğretmen” olmadığından ilk kez o zaman kuşkulandı öğrencisi. “yeterince ‘büyük’ olsa mutlaka bir çözüm bulurdu” diye geçirdi aklından...
bir yandan da yaptığının büyük bir ayıp olduğunu düşünüp, aklına gelen bu düşünceden adeta kaçarak.
“öğretmen” de öğrencisinden ilk kez o zaman kuşkulandı. onun hissettiği güçsüzlüğün, gelip geçen bir his, bir anlık yanlış bir düşünce olmadığı, gerçekten de “yeterince güçlü olmayan” bir insanı en önemli öğrencisi olarak seçmiş olabileceğinden ilk kez o zaman kuşkulandı. şimdiye kadar tüm öğrencilerinin içinde “en iyisinin o olduğunu” düşünmüştü.
bildiği her şeyi o yüzden en çok ona aktarmış, ona en çok güvenmiş, yapılmasını istediği şeyleri hep ondan beklemiş, bu yüzden de sahip olduğu tüm olanakları , elindeki tüm “güçleri” ve “güç yaratacak” tüm unsurları o yüzden sadece ona sunmuştu.
ama galiba yanılmıştı!
öğrencisinin şu andaki hâli gerçekten çok farklıydı ve kuşkulanmakta gittikçe daha çok haklı olduğunu düşünüyordu. nerede hata yaptığını bulmaya çalıştı. hata yaptığını düşünmek onu da “kötü” yaptı. suskunluğu ve dalgınlığı daha çoğaldı. oysa öğrencisi ondan çıkacak bir sözü, bir davranışı, ona çözüm olacak yeni bir ışığı bekliyordu.
hastalık
birden aklına öğrencisinin “hasta” olabileceği geldi.
yüzü ışıdı, her zamanki haline döndü: sevecen, sabırlı, sakin.
hastalıklarla ilgili tüm bildikleri bir göz açıp kapayana kadar geçen zaman içinde aklının bir ucundan gelip geçti. sonra tanıyı koydu hemen: “korku hastalığı!” öğrencisine söylemedi.
diğer tüm hastalık türlerinden çok daha zordu bu hastalık; tanısı ve tabii tedavisi de çok güçtü. bu hastalığa yakalanıp da kurtulan olmadığı aklına geldi.
sonra öğrencisinin yakınma ve bulgularını, hastalığın belirti ve bulgularıyla karşılaştırdı.
tanıda hata yapmadığına karar verdi.
öğrencisi bu hastalık yüzünden sürekli bir “korku”, dolayısıyla “kaygı” içinde yaşıyordu. o yüzden her şeyden, herkesten kaçıyor ve kendisini sürekli yalnızlaştırıyordu. herkesin ona en güzel, onu en rahatlayacak, korkusunu en çok azaltacak duygularını, hem de giderek daha artan daha derinleşen ve yaygınlaşan bir şekilde sunmasını, vermesini istemesinin de nedeni buydu. kimseden korkmamak istiyor, ama alttan alta herkeste kendisine “korku” verecek bir şey buluyordu. en güvendiği kişilerden, eşinden hatta çocuklarından bile korkmaya başlamıştı. “keşke annem olsaydı” diyordu sık sık; bazen de sesli bir şekilde. yakınında olanlar bu sözünü duyuyorlar ama soramıyorlardı nedenini. ama o biliyordu: çünkü tüm korkuları bir tek onun koynunda geçiyordu.
bu hastalık da tıpkı “kanser” gibi bir hastalıktı; çevresinde ne varsa onları istila ediyor, soğuruyor, içine alıyor, kendine katıyor, kattıkça büyüyor ve yaygınlaşıyordu.
öğrencisi yakalandığı bu hastalık yüzünden çevresindeki tüm olumlu ve korkutucu olmayan duyguları da adeta sömürüyor, sömürdükçe büyüyor, büyüdükçe daha çok olumlu duygu hissetmek, duymak istiyor, buna ulaşamayınca da aslında hiç de yalnız olmadığı halde “yalnızlık ve yoksunluk” yaşıyordu.
çözümü yoktu bu hastalığın. üstelik de çok erken bir dönemde saptanmamıştı. yalnızlık duygusu giderek büyüyecek, sonunda her türlü korku nedenleri, korkuya verilen tepki ve karşılıklar, ve bunlardan kaynaklanan kaygıların peşinde, muhtemelen de kendi elleriyle o yalnızlık kuyusunda kaybolup gidecekti.
bu hastalık kişini yakın çevresindekileri de etkileyebilirdi ama bulaşıcı değildi.
“iyi ki bulaşıcı değil bu hastalık” diye düşündü “öğretmen”. elini tahtaya vurdu üç kez!..
“evlerden ırak olsun! benden ırak olsun! yalnız ellerde olsun!” dedi her vuruşunda...
ama yine de en iyi, en sadık öğrencisinin böyle bir hastalığa yakalandığının bilinmesi iyi olmaz, ona ve her zaman “doğru”lanan saptamalarına karşı bir “kuşku” doğmasına neden olabilirdi. bu düşünce onu daha da korkutabilirdi. öğrencisinin “korkusu” yüzünden ona bir şey yapıp yapmayacağını düşündü.
“vah”
ilk kez sesi çıktı başından bu yana. bu çok küçük bir sesti kulaklarının duyduğu, belli belirsiz:
işitilen bir “vah” sesi idi... aslında başındaki “ey” hecesi çok daha düşük bir tonda, adeta bir iç çekme gibi ağzından çıktığı için, öğrencisi duyamamıştı.
iyi ki de öyle olmuştu.
sonra toparladı kendisini. daha kuvvetli bir sesle “öğretmen”ine güvenmesi gerektiğini söyledi. sonra elini önünde diz çökmüş oturan öğrencisinin omzuna koydu.
yavaşça doğruldu, “hadi beraber iki rekat namaz kılalım ve birlikte arınalım, tanrıdan sana şifa vermesini dileyelim önce” dedi.
öğrencisi abdesti olmadığını söyleyecek oldu; onu susturdu. şu anda buna gerek olmadığını, yalnızca niyetini tanrıya işittirmenin ve ona yakarmanın önemli olduğunu söyledi.
öğrencisi sağ yanına geçti bir karış kadar arkasında durdu. “öğretmen” yalnızca onun duyacağı kadar bir sesle namazı yönlendirdi ve dua etti. sessizce kılıp bitirdiler namazlarını.
“şimdi biraz uyu” dedi öğretmeni öğrencisine.
itirazsız olduğu yere kıvrıldı öğrencisi. elini başının altına koydu, ilk kez o sırada “öğretmen”inden de “korku” duyduğu için utandı, kaybolmak ister gibi yattığı yerde bacaklarını karnına çekip büzüldü. annesi ve onu koynuna alıp sarıp sarmalaması aklına geldi. koca adam olduğunda da hep “küçücük” bir çocuk gibi davranırdı; “öğretmen”i de ona öyle davranıyordu.
yumuşacık elini çok sevdiği, “en birinci” öğrencisinin başına koydu. eskiden de böyle yapardı; bir baba şefkâtiyle okşadı artık giderek açılan kafasını. bir mırıltı dudaklarını titretti.
öğrencisine sanki “bitti her şey” demiş gibi geldi. “keşke” diye mırıldandı.
sonra “öğretmen” kalktı ayağa, sarsak adımlarla kocaman odanın taa karşı tarafındaki kapıdan dışarı çıktı. o çıkarken, yattığı yerde yalnızca hafif bir esinti hissetti öğrencisi. sonra kendisini derin bir uykuya kaptırdı. sanki büyülenmiş, gibi karanlık çukurlara yuvarlanıp gitti.
patlayan silah
patlayan bir silah sesi ile gözlerini açtı. büyük bir boşluk, yokluk duygusu yaşadı aynı anda.
gözünü açmadan az önce gördüğü görüntü gözlerinin önüne geldi:
patlayan silah “öğretmen”in elindeydi. namlusu da başının 10-15 santim ilerisindeydi.
bir sıcaklık oldu, sonra bir soğukluk oldu birden.
“hiç bir şey eskisi gibi olmayacak bundan sonra...”
bu sözü ondan mı çıkmıştı, yoksa kendi dudaklarından mı dökülmüştü bilemedi, ama son gördüğü ve duyduğu bundan ibaretti. (ms/hk)
* 03.06.2011-20.12.2013, bodrum/maya pansiyon-gümüşlük