Ne yalan söyleyeyim, bugün kelimenin tam anlamıyla olmasa da kapitalist olmayı istedim. Sebebini açıklayayım efendim: Haftanın yedi günü çalışıp da elimi kitaplara uzattığımda, etiketine bakmadan alabilmek için!
Şu an itibariyle son bulmuş olan 30. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'ndan bahsediyorum.
Belirtmeye gerek var mı bilmiyorum, ulaşımı zor bir fuar alanı TÜYAP. Ayrıca yiyecek içecek fiyatları tavan yapmış. İnsanlar onca yolu gelene kadar acıkıyor, susuyor, çaysıyor, ama fiyatları görünce tüm hevesleri kaçıyor.
"Ben rejimdeyim zaten", "Köfte yiyeceğime, bir kitap daha alırım", "Kahve çarpıntı yapıyor bende. Bir su alıyım ben" gibi gerçeği yansıtmayan cümleleri kurmuş ya da duymuş olmanız mümkün.
İndirime rağmen kitaplar- hala- pahalıydı. Gerçi öyle bir ekonomik düzenimiz var ki, benim bir ayda kazandığımı bir ayakkabıya veren kadınlar var. (Yok, yok kıskanmıyorum gerçekten!) O nedenle bazılarına göre pahalı demeliyim.
Yani kitaplar da bazı kanunlar gibi kişiye göre değişebilir nitelikte; kimilerine göre pahalı, kimilerine göre sudan ucuzdu. Mesela mı?
"Şekerim, dün de TÜYAP'a gittik arkadaşlarla. Kafede oturduk, kahve falan içtik. Çok kalabalıktı. Ama ortam çok hoş, gerçekten. Akşam nasıl oldu anlayamadım. Çıkmadan da bir iki kitap aldım."
Arkadaşı sorar: "Neler aldın!"
Markalar konusunda rakip tanımayan arkadaşı cevap verir: "Ya adını hatırlamıyorum. Ama kalın bir kitap. Mor kapaklı, çok güzel!"
Aynı üniversitenin kafesinde oturup, ilk geldiği günden beri, etrafındakilere bakıp bakıp "Benim burada ne işim var" diyen arkadaşı da bir gün önce aynı kitabı görmüştü. Hatta eline almış, koklamış, rastgele bir sayfa açmış, okumuş, hayran olmuş, almak istemişti. Sonra kitabın arkasını çevirmiş, fiyat etiketini görememiş, görevliye sorup öğrendiğinde omuzları çökmüş, ama yine de bir umut cüzdanını açıp bakmış ve alamayacağını bir kez de görüp anladıktan sonra, kitabı usulca yerine bırakmış, kibarca teşekkür edip, oradan usulca uzaklaşmıştı...
Sonra da başka bir yayınevinin yolunu tutmuş. Üzerinde "düşünce dergisi" yazan çok sevdiği yayınların birinin başlığı dikkatini çekmişti: "Sivil İtaatsizlik". Dergiyi karıştırırken bir alıntıya odaklanmıştı; "Ben mecbur bırakılmak için doğmadım. Kendi usulümle nefes alıp vereceğim. Kim daha güçlüymüş göreceğiz?" satırlarını okumuş ve kapatmıştı dergiyi.
Düşünce dergisini alacak kadar da parası yoktu. Bunları alabilenlerin düşünüp düşünmediğini düşündü. Sonra daha ucuz oluyor diye kilo işi almış olduğu defterini çıkarıp, ÖSYM'nin dağıttığı üzerinde "sınav kalemi" yazan kurşun kalemiyle çok beğendiği cümleyi not etmişti. Birkaç kitapçık ve kitap ayracını da çantasına doldurup, yurda gitmek üzere fuardan ayrılmıştı.
O mor kitap ve üç aylık düşünce dergisine sahibim. Ama çok daha fazlasına sahip olmak isterdim. Beş kitap daha alsam fena olmazdı. Sonra beş kitap daha...
O zaman kapitalisti değiştiriyorum izninizle. Bundan sonra senin adın "kitapalist" olsun. Hem belki değişirsin adındaki değişiklikten etkilenip.
Kitapalist! Nasıl sevimli oldu değil mi?
Marx bu yazıyı görse kızar mıydı acaba bana! Yoksa o da bizim fuara gelip, sırada bekleyen "şanslı" okurlarına "Das Kapital"i imzalar mıydı?
Artık herkes evlerine dağıldı. Yayınevleri karlarını hesaplıyor, işçiler salonları temizliyor, yukarıda bahsi geçen mor kitabı alan kızımız, onu üzerinde kalp resmi olan pembe kitabının yanına yerleştirerek renk uyumunu sağlamaya çalışıyor. Kitapların fiyatlarına bakıp, aralarında en ucuz olanları seçmeye çalışan kızımız yurt odasında, yatağına uzanmış, hala aynı cümleyi düşünüyor. "Ben mecbur bırakılmak için doğmadım!" (SK/HK)