Bugün sayısı bilmem kaç olan Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile üniversiteden ve mesleğimden ihraç edilişimin sene-i devriyesi. O numarasını sürekli unuttuğum KHK ile üniversitedeki görevimden, mesleğime ilişkin haklarımdan, hatta kaç yılık emekle başvurduğum ve son aşamasına geldiğim doçentlik sınavımdan, pasaportumdan mahrum bırakılalı tam bir yıl oldu. Lokma mı döktürsem, helva mı karsam bilemedim!
7 Şubat barış akademisyenlerine yönelik tasfiyelerin en büyüğü sanırım. Eylül 2016'da başlayan süreç, 7 Şubat 2017 KHK’sı ile ile zirve yapmıştı. Türkiye tarihinde şimdiden simge haline gelen yerdeki cübbelerin, polislerin ayakları altında ezildiği Mülkiye tasfiyesi de bu KHK ile oldu.
Zor bir yıldı. Büyük bir girdabın içerisindeyiz. 15 Temmuz sonrası KHK’larla akademiden tasfiye edilen öğretim üyesi sayısının tüm darbe dönemlerinde tasfiye edilen akademisyen sayısının 20 katından fazla. Etkileri çok geniş bir alan ve zamana yayılacak bir süreç bu.
Çok öğretici bir yıldı aynı zamanda. Evet, çok tuhaf gerçekten zaman denilen şey! O kadar çok şey oldu ve süratle olmaya devam ediyor ki, durup nasılım diye kendine sormaya, olan biteni sakin düşünmeye bile fırsat bile olmuyor çoğunlukla. Son yıl, her gün yeni bir öğrenmeyle geçti aslında. Mesela sınırlarımın ne kadar değişebileceğini, yükselen karanlığa inat direncin nasıl yükselebileceğini öğrendim. İdealize ettiğim akademinin içinin ne kadar boş bir kabuk olabileceğini öğrendim. Suspus olduğunu, olmaya devam ettiğini… Dayanışmanın, nezaketin türlü biçimlerine tanık oldum bu yıl. Dost omuzlarının güzelliğini, mahkeme koridorlarının, oradaki dostlukların, inceliklerin nasıl iyi gelebileceğini öğrendim. Hiç tanımadığım insanlarca kucaklanmanın değerini öğrendim.
Mesele sadece üniversite de değil. Orayı geçeli çok oldu. Sosyal medyayı, gündelik hayatı saran bu zorbalıkla nasıl baş edeceğiz asıl? Sokağa adımımı attığımdan itibaren her alanda, her düzeyde olağanlaşan bir “dayılanma” hali… Bayağı gündelik şiddet, dozu giderek artan bir gündelik şiddet… Öğrendiğimiz bir şey de belki burada çıtanın sürekli yükselmesi ve zorbalığın normalleşmesi. Sosyal medyada sürekli şiddet-tecavüz dili kullanan binlerce hesap, taksi şoförü, marketteki bir başka müşteri, trafikteki şoför, yoldaki adam… Televizyonlardan sürekli bağıran bir ses, sokakta sürekli bağrış çağrış, dik dik bakış, havadaki kötücül cesaret, ölçüsüz ağırlık, umutsuz siniklik. Oysa biliyorum ki, tam da bu ruh hali, bizden beklenen, bizden istenen…
İnadına güneşli günler beklemek, inadına gülmek, bazen hiç dinlememek… Müzikle bakmak kente ve hayata… Dostlara güzel yemekler pişirmek, çocukları daha mutlu etmek, sevdiğini şımartmak, tertemiz giyinmek, ışıl ışıl bakmak, güzel güzel uyumak gerek… Bir de neyi iyi yapabiliyorsan onu iyi yapmaya devam etmek. Şartlar elverdikçe, yapabildiğimiz kadar. Boş bir iyimserlik oyunu değil hayır! Bu kendimiz kalabilmek, ayakta kalabilmek ve direnmenin ta kendisi. Kendimizi, sevdiklerimizi bu şiddetten korumanın yolu perdeleri kapatıp sinmek değil, güneşi ışıl ışıl karşılamak. Kocaman gülmek, cesaretle sevmek birbirimizi. Ben bir süredir geri falan döneceğimizi düşünmüyorum. En azından kısa bir sürede. Eski konumlarımızı umamayız bu rezil şimdide. Ancak rezil olmadan ayakta kalabiliriz. Yastığa başımızı koyduğumuzda iyi uyuyabiliriz, birbirimizi daha özenle sevebiliriz. Güzel bir gelecek için güçlenebiliriz. Adliyeler, mahkeme salonları, soruşturma dosyalarındaki imzalar, o imzaları atan meslektaşlar, numarası lazım değil KHK’lar, Ohal-matik numarası ile “adalet” vadeden komisyonlardan daha büyük ve güzel hayat! (EÖ/HK)