* Fotoğraf: Ekin Karaca
Günlük hayatta ne çok kullandığımız bir kelime, içmekten ne çok keyif aldığımız bir şeydir kahve. Kahveye gel bir gün, deriz mesela çok sevdiğimiz bir dostumuza. Bir gün bir kahve içelim, deriz keza uzun zamandır görüşemediğimiz eski ama içimizdeki hatırası hala taravetini koruyan bir ahbaba. Yoğun iş temposunda biraz durup soluklanmak için bir medet gözüyle ona bakar, en güzel sofraların lezzetini onunla taçlandırırız. En hakiki aşklar kimi zaman birlikte içilen bir kahveyle demini alır.
Bazı içecekler gibi kahve sınıf farkı gözetmez. Renk, millet ve inanç ayırt etmez. Her meşrepten ve her telden insanın içeceğidir. En zengininden en fukarasına kadar ahalinin zevkini katmerlendirir. Bu topraklarda yetişmediği halde, kültürümüzün içine böylesine yerleşen kahvenin bu coğrafyayla hukuku ise bir hayli eskilerden itibaren süregelir.
Kahvenin ilk defa Osmanlı topraklarına nasıl geldiği hakkında türlü tevatürler mevcut. Kimi tarihçiler Doğu’ya sefer yapan askerlerin getirdiğini söylerken, kimileri tüccarların, kimileri ise devr-i alem yapan seyyahların getirdiğini ileri sürer. Ama kat’i olarak bilinen bir şey var ki, o da Osmanlı’da kahve ticaretinin Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı almasından sonra yaygınlaştığıdır.
Kahvehanelere gelince… Peçevi tarihine göre, İstanbul’daki ilk kahvehane 16. yüzyılın sonlarına doğru Tahtakale’de açılır. İstanbul sekenesinin çok büyük bir kısmı bu sayede tanışır kahveyle ve kahvehane kültürüyle. Tez vakitte sarmaşık gibi yayılır peş peşe açılan kahvehaneler şehrin muhtelif yerlerinde. Açılan her yeni kahvehaneyle birlikte kahve kültürü daha da kazınır şehrin belleğine.
Bir zaman sonra bu kahvehaneler, sadece kahve ve nargile içilen bir yer olmaktan çıkıp milletin birbiriyle sohbet ettiği, günlük gaileleri, kimi zaman siyasi meseleleri istişare ettiği yeni bir kamusal mekana dönüşür. Padişah bir ferman mı çıkaracak, ferman saraydan çıkmadan önce ilk kahvehanelerde konuşulur. Garp memleketlerinden bir icat mı gelecek, Şeyhülislamdan önce icadın yasaklanıp yasaklanmaması hakkında kahvehanenin gediklileri fetva vermeye meraklanır. Savaşta ordu bir yenilgi mi aldı, sebepleri üzerine her kafadan bir ses çıkar. Kahvehaneler o zamanın sosyal medyası gibi çalışır, kahve müdavimleri ise sosyal medya kullanıcıları gibi davranır çoğu zaman.
Bir müddet sonra şehrin dört bir yanını tutmuş bu kahvehanelerde konuşulan konular o dönemin padişahı olan Kanuni Sultan Süleyman’ın dikkatini ve öfkesini çekmeye başlar. Padişah yardakçıları saraya şikayet üzerine şikayet yağdırır. Bunun üzerine kahvehanelerin kapatılması, kahvenin yasaklanmasıyla ilgili bir fetva çıkarılır. Ne var ki, ahali kahvehanelerde içilen kahvenin yanında ikram edilen tatlı sohbetin tadını almıştır bir kere. Bu yasaklar zinhar işlemez, millete tesir etmez. Ne de olsa, gönül ne kahve ister, ne kahvehane. Gönül sohbet ister, kahve bahane’dir. Yasaklarla, cezalarla kahvehanelerin ve kahve tüketiminin önünü kesemeyeceğini anlayan padişah sonunda çareyi buralarda yapılan sohbetleri denetim altına tutmakta, kahveden alınan vergiyi arttırarak tüketimini azaltmaya çalışmakta bulur.
Kahvehaneler ve kahve, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra da tahta oturan padişahların türlü yasaklamalarına ve kısıtlamalarına maruz kalır. Keza III. Murat, I. Ahmet ve yasakları kendisinden namlı olan IV. Murat zamanında çeşitli fetvalarla ve fermanlarla kahvehaneler kapatılır, kahve yasaklanır. 18. yüzyıl ve sonrasında ise kahvenin ticari değerinin gitgide artmasıyla ve hazinenin kahve ticaretinden hatırı sayılır bir gelir kazanmaya başlamasıyla birlikte bu yasaklar tarih olur. En dediği dedik, kestiği kestik padişahlar dahi kahvenin ticari getirisini, kahvehaneleri kapatarak ahalinin çenesini büzmeye yeğlerler. Kahvehane yasaklanması mevzusunda son söz, Napolyon’un dediği gibi, “Para”nın olur.
Kahvehane yasaklarının ortadan kalkmasından sonra bu mekanlar, yalnızca gediklilerinin tahta iskemleler üzerinde acı kahvelerini yudumladıkları ve dost meclisinde iki lafın belini büktükleri bir yer değil, edebiyat eserlerinin ve gazetelerinin okunduğu, çeşitli gösterilerin yapıldığı, entelektüel birikiminin oluştuğu mekanlara dönüşür. Bilhassa Tanzimat’tan sonra… Kalem ehillerinin gittiği, edebiyat mahfillerini yapıldığı İkbal, Küllük, Marmara gibi kahvehaneler türemeye başlar sağda solda. Namık Kemal, Abdülhak Hamid, Ahmet Mithat, Halit Ziya, Ahmet Rasim gibi isimler bu kahvehanelerin en bilinen müdavimlerindendir.
Ne var ki, Osmanlı sosyokültürel hayatında böylesine önemli yer tutan kahvehaneler, yalnızca erkeklerin girebildiği mekanlardır. Üstelik yalnızca kadınların ev içine yahut büyük konakların haremlerine mahpus olduğu dönemlerde değil, kadın hareketinin baş verdiği, kadınların kamusal alanda boy gösterdiği 19. yüzyılın sonlarında dahi kahvehaneler hala kadınlar için “mahsurlu” olmayı sürdürür. Kadınlar kahvehanelere gidememenin ukdesini ya hemcinsleriyle tertipledikleri ev oturmalarında yahut haftanın belli günleri gittikleri hamamlarda kahve ritüelleri düzenleyerek gidermeye çalışırlar.
Kahve, lezzetiyle, sohbetiyle ve ritüelleriyle kültürümüzde işte böyle derinlere kök salarken, kahve ikramı ve içimi sırasında kullanılan gereçler de eş zamanlı olarak yaygınlaşır. Kahvelerin ikram edildiği seramikler, evlerdeki Avrupai büfe ve konsollarda konu komşu tarafından görülmesi icap eden seyirlik bir eşya olarak yerini alır. Bu bağlamda başta İznik ve Kütahya olmak üzere çini ve seramik sanatını icra eden yörelerde kahve sunumu için adeta bir endüstri oluşur.
Pera Müzesi, 16. yüzyıldan itibaren ülkemizde yaygınlaşan kahvenin hikayesini mercek altına alan Kahve Molası adlı koleksiyon sergisi ile bir müddettir kahvenin geçmişini merak eden bir kadroyu ağırlıyor. Fincandan ibriğe, güğümden nargileye kadar kahve ritüeli etrafında şekillenen koleksiyonda 18. yüzyıl sonrasında Osmanlı sanatı içinde kendine önemli bir yer bulmuş olan Kütahya’da icra edilen çini ve seramik sanatının en güzel timsalleri sergileniyor. Kahvenin kağıt bardaklarla servis edildiği, fotokopiyle çoğaltılmış gibi birbirine benzeyen ruhsuz mekanlardaki baskın kültürden sıkılıp nostalji özlemiyle dolup taşanlar ve bu eski kültürü yakından tanımak isteyenler için sergi güzel bir fırsat sunuyor. (MK/EKN)