Gerçek ismi Eunice Waymon. 1933’te Kuzey Carolina’da doğdu. Yoksul bir ailenin sekiz çocuğundan biri; ancak vaiz annesi sayesinde 4 yaşından beri kilisedeki piyanoya erişim şansına sahip. Bu sayede, bir gün kiliseyi ziyaret eden iki beyaz kadın tarafından keşfedildi. Bu kadınlardan biri müzik öğretmeni Muriel Mazzanovich’ti. Hikâyesi böyle başladı.
Günde sekiz saati bulan uzun çalışmalar sonucunda klasik piyano konusunda kendini geliştirdi. Ancak bir yandan da para kazanması gerekiyordu. 1954’te New Jersey’deki bir İrlanda barında çoğu beyaz, donuk yüzlü bir kitleye çalmaya başladı. Barın sahibi para kazanmak istiyorsa şarkı da söylemesi gerektiği konusunda ısrarcı oldu ve böylece, piyanoya sesiyle eşlik etmeye başladı. Annesi “şeytanın müziğini” yaptığını öğrenmesin diye kendine İspanyolca “kız” anlamına gelen “Nina” kelimesinden ve hayranı olduğu oyuncu Simone Signoret’ten esinlenerek bir sahne ismi buldu. 1958’de ilk albümünü yaptı ve “I Love You Porgy” şarkısı ile geniş kitlelere ulaştı.
Yaşamı zorluklarla geçti gibi bir klişeye düşmek istemesem de 2015 yapımı “What Happened, Miss Simone?” aracılığıyla tanıklık ettiğim yaşamı beni hayli zorladı. Sundance Film Festivali'nin açılışını yapan belgeselin yönetmeni Liz Garbus.
Bir müzisyen retrospektifi olarak karşımızda duran belgesel, Nina Simone’un yaşamını tüm çıplaklığıyla ve özel alan sınırlarını zorlayarak önümüze seriyor. Simone’un el yazısından mektupların dahi okunduğu bir özel alandan bahsediyorum.
Milyonlar satan albümleri, tıka basa dolu konserleri ve imza kuyrukları nasıl yok oluyor; esasen belgesel bunun üzerine odaklanıyor. 1961’de Andrew Stroud’la yaptığı evlilik, bu geriye gidişte son derece önemli bir etken iken belgesel bu geriye gidişin tamamen politik nedenlerden ötürü olduğunu düşünmemizi istiyor ya da doğrudan öyle gösteriyor. Feminist bir perspektiften Nina Simone’a baktığımızda kocasından sürekli şiddet gören, yetersiz hissettirilen, politik duruşu desteklenmeyen, maddi olarak da –menajerlik adı altında– istismar edilen ve dünya çapında vermesi gereken konserlere rağmen bir de çocuğunun bakımıyla uğraşan bir kadın görüyoruz. Üstelik o dönemin Amerikası’nda yaşamaya çalışan siyah bir kadın.
“Mississippi Goddam” kırılması
Objektif olarak baktığımızda Nina Simone için esas kırılma 1963’te Alabama, Birmingham’daki bir Baptist kilisesinin bombalanması sonucu dört siyah çocuğun öldürülmesi ve Medgar Evers’a Mississippi’de düzenlenen suikast oluyor. Bu katliamların öfkesini kendi bildiği yöntemle dindirebilmek için “Mississippi Goddam” şarkısını yazıyor ve bir saat gibi kısa bir sürede besteliyor. Simone, şarkıyı ilk olarak “Village Gate” isimli bir gece kulübünde, daha sonra ise Mart 1964’te Carnegie Hall’da çoğunluğun beyaz olduğu seyirciler önünde seslendiriyor. Carnegie Hall kaydı daha sonra single olarak yayınlanıyor ve büyük tepki topluyor. O dönem şarkılarda veya herhangi bir eserde “lanet” okumak iyi karşılanmadığı için insanlar şarkıyı dile getirmeye bile çekiniyor. Bazı radyolarda çalması yasaklanıyor. Plakları kırılarak iade ediliyor; ancak büyük bir başarıya imza atarak Sivil Haklar Hareketi’nin resmi olmayan marşı haline geliyor. Simone, Selma-Montgomery yürüyüşlerinin sonunda bu şarkıyı 10 bin kişilik bir topluluğa söylüyor.
Kendisi de müzisyen olan kızı Lisa Simone’un belgeselde aktardığına göre annesinin sesi Mississippi Goddam’deki öfkeli çıkışları nedeniyle çatlıyor ve bir daha asla eski oktavına ulaşamıyor.
Dr. King’in öldürülmesi
Simone, Sivil Haklar Hareketi içerisinde şarkılarıyla ve eylemleriyle var oldukça, hareketin önde gelen diğer isimleriyle tanışıyor ve arkadaş oluyor. Asıl ereklerinden biri ise bu hareketin aynı zamanda entelektüel bir hareket olduğunu göstermek. James Baldwin, Lorraine Hansberry, Langston Hughes, Miriam Makeba, Martin Luther King Jr., Stokely Carmichael ve Malcolm X ile yakın arkadaş oluyor. Ancak kısa zaman aralıklarıyla arkadaşları ya ölüyor ya da öldürülüyor. Dr. King’in öldürülmesinden sonra “The King of Love is Dead” şarkısını, üzerinde sadece bir gün çalışarak kaydediyor: “What will happen, now that the King of love is dead?”
O gece söylediği tüm şarkılarını kaydettiği 1968 çıkışlı ‘Nuff Said! albümü baştan sona bir direniş kaydı. Amerika’da siyahların yaşadıklarının kaydı. Uzun süredir bastırılan ve nihayetinde de kontrolden çıkan bir öfkenin kaydı.
Liberya’ya gidiş
Simone için bundan sonrası hiç kolay olmuyor. Amerika Birleşik Yılanları dediği ülkeyi “Hepimizi sinek gibi avlayacaklar,” diyerek bir gece terk ediyor ve Miriam Makeba’nın da desteğiyle Liberya’ya taşınıyor. Burada konser veremediği ve para kazanamadığı için gittikçe zor bir durumda kalan Simone, sonrasında Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi ülkeleri de gezerek kendisine bir “yuva” arıyor. 1985’te ABD’ye dönüyor ve ilk konserini vermek için hayranlarıyla buluşuyor. Ancak belgeselde ilk defa görebildiğimiz kayıtlardan da anlaşılacağı üzere son derece memnuniyetsiz ve mutsuz. Keza bu memnuniyetsizliğini, konseri dinlemeye gelenlerden birini yerine oturması konusunda azarlayarak da gösteriyor.
Belgeselde Liberya’ya gidişi bir kaçış gibi gösterilse de Simone’un içinde bulunduğu duruma baktığımızda bir kaçış değil, kurtuluş umudu Liberya. Politik şarkılar besteleme yoğunluğu arttıkça ve eylemlerde daha sık boy göstermeye başladıkça tercih edilebilir sanatçı olmaktan çıkıyor. Örneğin artık programlara çağrılmıyor, onun yerine Aretha Franklin gibi isimler tercih ediliyor.
Çünkü artık kendi çabasıyla piyano çalmayı öğrenen masum siyah kız çocuğu değil. Artık bir devrimci ve taşın altına elini koymak istiyor. Belgesel boyunca inişli çıkışlı yaşamına tanıklık ettiğimiz –hatta Paris’te paçavralar içinde sahne aldığını gördüğümüz– Simone’a bir de tanı konuyor: “Bipolar kişilik bozukluğu”. Hareketlerini ve zihnini kontrol altına almak istiyorsa Trilafon isimli ilacı ömrü boyunca kullanması salık veriliyor doktoru tarafından. Belgeseli izledikten sonra okuduğum yazılar arasında “En ünlü bipolarlar” listesinde ilk sıralarda gördüm Nina Simone’u; ancak onun nasıl bir dahi olduğuna, neler başardığına, nasıl güçlü bir besteci ve devrimci olduğuna dair çok az bilgi okudum.
Gerçekte olan şuydu: Nina Simone, “yoldaşları” olarak gördüğü insanların ölümlerini art arda yaşamıştı ve yaşadığı topraklarda her gün siyahlar öldürülüyor, onun deyimiyle “sinek gibi avlanıyorlar”dı. Simone, sadece siyah olduğu için istediği gibi klasik müzik yapamıyor, örneğin çok sevdiği Bach’ı çalamıyor; kulüplerde eğlenen varlıklı beyazların hoşuna gidecek müzikleri piyanoya uyarlayarak besteliyor, büyük salonlardan kabul alamıyor, kilisedeki dinletilerinde anne ve babasının arka sıralarda oturması isteniyordu. Tüm bunlar, şarkıda da söylediği gibi “Derisi siyah, kolları uzun, burnu büyük, dudakları iri ve saçı yün gibi” olduğu için oluyordu ve o artık, başkalarının onu biçimlendirmesini istemiyordu.
Tam da bunlardan ötürü ben onu bipolar olduğu için değil, gerçekten öfkeli olduğu için Mississippi’ye ve beyazların diğer marifetlerine, beyazlara okuduğu lanetlerle hatırlayacağım. Albüm kayıtlarını, Amerika’daki siyahların yaşadıklarının bir kaydı olarak dinleyeceğim ve Nina Simone’u Siyah Amerika’nın sözlü tarih anlatıcısı, güçlü bir figürü olarak anacağım.
Hakkında |
500’den fazla şarkı besteledi, yaklaşık 60 albüm kaydetti. Caz Kültür Ödülü’nü kazanan ilk kadın oldu. Yaşamı boyunca 15 Grammy adaylığı kazandı. 2003 yılında –ölümünden birkaç gün önce– Philadelphia Curtis Enstitüsü’nden “Onur Ödülü” aldı. Burası, siyah olduğu için 19 yaşındayken onu kabul etmeyen konservatuvardı. Geçirdiği meme kanserinin ardından, 2003 yılında Fransa’daki evinde hayata gözlerini yumdu. Külleri birkaç Afrika ülkesine dağıtıldı. |
(TY/AS)