Hikaye aslında Pendik’te, Yüksek Hızlı Tren garında başlıyor. İçimizdeki “Hadi bir yerlere gidelim” dürtüsünü araba kullanmaksızın tatmin etmek adına seçimimizi Eskişehir’den yana kullanmamız ise sürpriz değil. Zira hepimiz zaman zaman öğrencilik hayatını özleyen genç insanlarız. Bir üniversiteli kenti olan Eskişehir hem bu özlemimizi gidermek hem de İstanbul’un karmaşasından kaçmak için ideal seçim.
Yolculuğumuzun en kolay kısmı Pendik’te trene bindikten sonra başlıyor. Zira Pendik’e ulaşmak, eğer Pendik’te oturmuyorsan bir dert. İstanbul’da bulunan hemen hemen tüm toplu taşıma araçlarını kullanarak Pendik’e ulaşıyoruz. Uzun yıllardır ilk defa trene biniyoruz hepimiz. Ve bu yolculuğun ne kadar güzel ve rahat olduğunu unuttuğumuzun fark ediyoruz. Trenin güzel olmasının birçok sebebi var. Saymak gerekirse:
Kaça gidiyorsun evladım?
* Gerçekten hızlı. Hızının kimi zaman saatte 250 kilometreyi bulduğunu trendeki ekranlardan görüyoruz. Bu sırada tabii ki Karaman’ın TCDD müdürü olduğu dönemdeki kazayı düşünüp ürpermiyor da değiliz. Aklımdan sürekli Sakin’in Denek Hayatım isimli parçası çalıyor.
* Tren yolunun manzarası bir harika! Dağların arasından, nehirlerin kenarından geçiyor. Daha sonra gezmek için geri geleceğimiz yemyeşil kasabalara birer mim koyuyoruz.
* Masalı koltuklarda karşı karşıya gelen, yanında yumurtalı simitli kahvaltısını getiren teyzelerin, karşılarında oturan üniversiteli gençleri kahvaltıya dahil etme çabalarını izlemek çok eğlenceli. “Sen kaça gidiyorsun evladım?”
Binaları seveceksiniz
Velhasıl kelam, hoş bir yolculuğun ardından Eskişehir’e varıyoruz. Hep söylerler Eskişehir’in ayazı fenadır diye. Neyse ki biz güneşli bir günde şehre vardık. O yüzden güzel güzel gezebildik. Fakat havanın içindeki zehir, kışın ortasında bünyeye zor zamanlar yaşatır. Belli.
Eğer siz de benim gibi 50’lerin 60’ların binalarını sevenlerdenseniz Eskişehir Tren İstasyonu’na bayılacaksınız. Yetmezse şehrin bünyesindeki diğer devlet-asker binalarına da bayılabilirsiniz. Zira hepsi aynı havayı taşıyorlar. Şehrin orta yerindeki bina elbette bir ordu evi. Sanırsın Tarabya Oteli. O derece güzel. Fakat genel olarak, bu binalar ve Odunpazarı’ndaki eski binalar dışında şehir merkezindeki yapıların oldukça çirkin olduğunu söyleyebilirim. Eskişehir gibi tatliş bir şehre pek yakışmıyorlar.
Bizim kalacağımız otel şehrin termal merkezinde, Hamamyolu Caddesi’nde. Termal merkezden anladığı dağ başındaki kaplıcalar olanlar fikirlerini hemen değiştirmeliler. Zira buradaki termal tesisler Çemberlitaş Hamamı civarına daha çok benziyorlar. Kendimizi Eminönü’nün küçük bir versiyonunda buluyoruz.
Porsuk çayı
Otelde, aynı odada kızlı erkekli kalmamız belli ki çalışanlar için pek de sorun olmuyor. Öte yandan hamam hasretimizi gidermek için aşağıdaki tam teşekkülü hamamı kadın başımıza kullanmamız pek mümkün değil. Zira Eskişehir’de hamamların çoğu sadece salı günleri kadınların hizmetinde. Fakat bizim odamızda da termal su var ve istediğimiz zaman banyodaki jakuziyi çalıştırarak termal hissiyatını banyo dahilinde yaratabiliyoruz.
Otele yerleştikten sonra ilk hedefimiz Porsuk Çayı’nın kıyısı. Eskişehir halkının kalbi de belli ki burada atıyor. Üniversite gençliğinin takıldığı kafeler, dükkanlarda ortam gayet rahat. Kahve içip bir şeyler atıştırmak için kıyıdaki kafelerden birine oturup kocaman bir sandviç-kahve ikilisine yumuluyoruz. Fiyatlar İstanbul'un çok altında. Sonuç basit: Eskişehir ucuz bir şehir.
Sonrasında Porsuk’un kenarını turlamaya başlıyoruz. Eskişehir’in Avrupa şehirlerine benzetilmesi boşuna değil. Çayın kenarına oturup içkisini yudumlayan, Paris’in Bateau Mouche’larını andıran Esbot’lara, gondollara binip çayda tura çıkan, bisikletine atlayıp dostlarla buluşmaya gelen gençler etrafta...
Gece gece Eskişehir
Akşamüstüne doğru meşhur Odunpazarı’nı ziyarete gidiyoruz. Amacımız klasik Orta Anadolu evlerini görmek, eşe dosta lületaşından yapılmış hediyeler almak. Ne yazık ki olay yerine vardığımızda hava kararmıştı. Biz yine de yılmadık ve evlerin etrafında tur atıp tarihi Atlıhan Çarşısı’na uğradık. Bu arada dünyanın en mütevazı lületaşı ustalarından birini bulup hoş beş ettik, bünyesinde asla mikrop barındırmayan lületaşının inceliklerini ve güzelliklerini öğrendik.
Akşam için istikametimiz Porsuk kenarındaki Mezze. Hayatımızda ilk defa tattığımız çikolatalı rizotto tatlı niyetine kalbimizi kazanıyor. Bunun dışında dil balığına ve bilumum deniz canlısına yaptıkları güzellemeler de oldukça başarılı. Ama en önemlisi servisi ve çalışanları. Eskşehir’de restoran ve kafelerde üniversite öğrencileri çalışıyor. (Restoranda övgü için bedava yemek yemedik)
Meyhane faslından sonra hedefimiz elbette barlar sokağı... Neyzen Tevfik Caddesi de denilen cadde üzerindeki mekanlar arasında İstanbul’dan bildiğimiz Peyote de bulunuyor. Genel olarak Kadıköy Barlar Sokağı’nı andıran caddedeki mekanlar bizi sarmasa da yolun sonunda yer alan sarı bina, Varuna Gezgin’in bira çeşitliliği ve mekan tasarımıyla ilgimizi çektiğini söylemeliyim.
Saat 01.00’den sonra barlar sokağındaki mekanlar birer birer kapanıyor. Sonrasında Haller Gençlik Merkezi’nde yer alan Sheakspeare Pub’a doğru kavimler göçü başlıyor. Hafta sonları sahnesine Bülent Ortaçgil, Birsen Tezer gibi isimleri konuk eden, kısaca SPR olarak anılan bu mekanın tek rakibi Club 222 ve Hayal Kahvesi imiş. Ama biz gözümüzle görmüş değiliz.
Eskişehir’deki ikinci ve son günümüzün başlangıç noktası Atatürk Stadı’ndaki Doyuran Kahvaltı Salonu. Burası olabildiğine mütevazı bir dükkan. Hayatınızda yiyebileceğiniz en güzel pastırmalı yumurtaları ve menemenleri vaat ediyor. Üstüne bir de daha önce yemediğiniz kıvamda bir kaymak ve bal ekleyin. Ve yine ucuz. Eskişehir’in en mutlak duraklarından biri Doyuran olması gerek. Ötesi yok.
Kahve için tercihimiz Haller Gençlik Merkezi. Özünde yaş sebze meyve hali olan bu mekan, restore edilip kültür merkezine dönüştürülmüş. Ortadaki avlusuna da bir takım kafeler ve hediyelik eşya dükkanları yerleştirilmiş. Kesinlikle hoş bir ambiyansı var. Çay kahve içmek için güzel mekan.
Park gibi park: Sazova
Sabah kahvesinin ardından istikametimiz bünyesinde bir de masal şatosu bulunduran Sazova Parkı. Sazova’ya Atatürk Stadı’nın arka tarafından kalkan minibüslerle gidiliyor. Yaklaşık 20 dakika sürüyor. Şehir merkezinin azıcık dışında kaldığını söyleyebiliriz. Bisikletle gidilir, tabanvayla gidilmez.
Sazova’nın tam karşısında sizi önce Eskişehirspor’un yeni yükselmekte olan stadı karşılıyor. Sonrasında parkın kapısını buluyoruz. Tam karşısında ise bilim deney evini ve akvaryumu görüyoruz. Kesin bir şey var: Eskişehir’de çocuk olmak güzel… Bunların hepsini es geçip Sazova Parkı’na girdiğimizde bizi dümdüz bir yeşillik (Evet, parkın nasıl bir şey olduğunu unuttuysanız söyleyeyim: Yemyeşil, ağaçlı, bol yeşillikli, dümdüz, geniş bir alan oluyor), bu yeşilliğin ortasında bir gölet ve gölün başında bir masal şatosu karşılıyor. Hani Walt Disney filmlerinin başlangıcında bir şato vardır ya, heh tam da ondan.
Bu şatonun içi tamamen çocuklara adanmış, masal karakterleriyle donatılmış. İçeri giren çocuklar bir daha çıkmak istemiyorlar. Şatonun önündeki gölette ise yazın su kayağı yapmak mümkün oluyormuş. Evet, yanlış okumuyorsunuz su kayağı. Çelik halatlarla kurulu bir sistemle, motor olmaksızın gölün içinde su kayağı yapılıyor. Çok da eğlenceli oluyordur eminim. Tabii balıklardan korkuyorsanız biraz zor. Zira göletin içinde Tim Burton’ın Big Fish filmindeki gibi kocaman, rengarenk balıklar var. Yanınıza onları besleyecek bir şeyler almayı unutmayın. Cambazlık yapmaktan kaçınmıyorlar.
Sazova’yı da tavaf ettikten sonra şehir merkezine dönüyoruz. Sizi bilmem ama ben bibloymuş, magnet’miş böylesi işlevsiz hediyelikler pek sevmem. O yüzden hazır gelmişken Atatürk Stadı’nın karşısındaki Eskişehirspor’un hediyelik eşya dükkanına uğrayıp Es-Es atkımı ve muhtelif hediyelerimi alıveriyorum.
Sonrasında hedefimiz Köprübaşı Caddesi’ndeki Papağan Çibörek. Ben de uzun süre “Çiğbörek” diye direttim ama aslı Çibörekmiş. Öyle diyorlar. Bizim mideler hala dolu olduğu için çok fazla yiyemiyoruz ama çibörek denilen şey güzel bir şeymiş onu anlıyoruz. Yalnız biraz yağlı. O yüzden midelere dikkat.
Yapamadıklarımız
Böylelikle bir Eskişehir serüveninin daha sonuna geliyoruz. Listeye giren ama yapamadığımız çokça şey var elbet. Hemen sayalım:
1. Eskişehir’in meşhur bir kebabı var: Balaban. Böyle bol köfteli, etli, ekmekli bir şeymiş. Miş’li geçmiş zamanda yazıyorum zira biz kendisini yeme şerefine nail olamadık. Abdülsellam herkesin Balaban yemek için tavsiye ettiği restorandı. Fakat kendileri pazar günleri açmıyorlarmış. Yiyemedik. Bir dahaki sefere dedik.
2. Şehrin bir ucunda Sazova varsa diğer tarafında da Kentpark var. Hani şu Porsuk’un kenarında plajları olan Kentpark. Bu seferlik gidemedik. Fakat yazın Eskişehir’e uğrayıp Esbot’larla gidip bir yoklamak isteriz.
3. Yazılıkaya denilen bir yer var bilirsin. Tarih kitaplarında okumuşsundur. Frig sanatının inceliklerini barındıran koskocaman Midas Anıtı’nı gidip de göremedik. Bir dahaki sefer ufak bir trekking turuyla bunu da yapacağız işallah.
4. Seyyit Battal Gazi Türbesi de bir dahaki turun duraklarından birisi olacak.
5. Eskişehir’de bir de Aşk Adası varmış. Göremediklerimizin arasına yazalım.
6. Anadolu Üniversitesi’nin kampüsünü anlata anlata bitiremiyorlar.
Birkaç tane de tüyo verelim:
* Şehre giderken ayağınıza rahat ayakkabılar giyin. Şahsen biz tüm şehri yürüyerek dolaştık. Zira buna imkan verecek kadar küçük. Ama daha soğuk havalarda tabanvayı bir ulaşım yolu olarak tercih etmek zor olacaktır. Tramvay işinizi görebilir ama dünyanın en kalabalık tramvayları Eskişehir’deymiş. Her daim dolulardı, asla binemedik.
* Şehri terk etmeden önce, istasyona doğru giderken haşhaşlı çörek almayı unutmayın. Ama sakın bir tane almayın. Çok güzel bir şey. Hemen bitiyor. Son dilim için ev ortamında 3. Dünya Savaşı yaşamak işten bile değil.
* Eskişehir’in sıcaklık ayarlarında bir problem var. İç mekanlar aşırı sıcak, dış mekanlar aşırı soğuk. O yüzden kat kat giyinin, terlememeye, hasta olmamaya çalışın.
* Es-Es’i evinde bir maçta yakalayacak kadar şanslıysanız bu fırsatı asla kaçırmayın.
* Vefa Bozacısı'nın Eskişehirli bir rakibi var: Kara Kedi Boza. İçmeden dönmeyin.
* Eskişehir Belediyesi’nin internet sitesinde Eskişehir Turu başlığının altında müzeler, parklar, tarihi mekanlar hakkında ayrıntılı bilgiler var. Okumayı ihmal etmeyin.
* Trenler rötar yapabiliyor. 20.45 trenine binip saat 23.00’de İstanbul’da olmayı beklerken gece yarısı Pendik’te bulabiliyorsunuz kendinizi. O yüzden mümkünse çok geç saate olmayan bir trenden dönüş bileti alın.
* Eskişehir’de “öğrenci kafası”nda takılın. Yani hiçbir şeyi kafanıza takmayın. Burası güvenli diyebileceğimiz, samimi bir şehir. Rahat olun.
* Tren garında bulabileceğiniz haritalar belki size yardımcı olur ama sizi asla tatmin edemez. Akıllı telefonunuzdaki Googla Maps’e de güvenmeyin, sık sık şaşırıyor. Foursquare, hem haritaları hem de mekan tavsiyeleriyle bulunmaz nimet. Gitmeden mutlaka indirin. (ÇT/NV)