Bugün yine uyandım. Bir fincan kahve içeceğim topu topu ama bir türlü eve sığamıyorum. İşte bu sebepsiz. Dört duvar sanki birlik olmuş sokak seni çağırıyor diye üzerime üzerime geliyorlar. Bu düellodan sağ çıkamayacağıma karar verip, çantamı ve tüm gelenlerimi de yanıma alıp, kahvemi bir kafede içme fikriyle kendimi dışarı atıyorum.
Eski bir İstanbul semtindeyim. Tüm eskiler gibi burası da yavaş yavaş genç hipster taifemizin uğrak yerlerinden olma yolunda ilerliyor. Buna ne seviniyor ne de üzülüyorum aslında. İstanbul değişiyor, dönüşüyor. Her geçen gün eski çamlar çeşit çeşit bardak oluyor. Gittikçe dolan, doldukça deliren bir kent burası. Cumhuriyet tarihinin son bilmem kaç senesinde yüzüne bakılmayan bu küçük semt gençlere mesken olmuş çok mu?
Tüm bu düşünceler başıma karanlık bir şapka olmuş yürürken karşıma mini mini bir kitap kafe çıkıyor. Adına sanına hiç bakmadan; Arjantin, Küba, Amerikan, Brezilya, baharatlı, yumuşak tatlı, aromalı, organik çeşit çeşit kahveyi bulacağıma inandığım küçük mabede doğru dalıyorum. İçerideki insan sayısının üçü beşi geçmediğini görünce daha da bir seviniyorum. Bu da bir başka hastalığımız, kimse gelmesin bilmesin, en çok benim olsunculuk. Evleri, mahalleleri, bahçeleri sahiplendiğimiz yetmiyormuş gibi, bir de şehirleri, semtleri, ortak mekanları da sahipleniyoruz. "Asıl" sahipleri biz oluyoruz. Asıl sahipleri derken? Nereden bulaştı bu illet insana. Bunu birkaç psikolog ve sosyolog arkadaşımla konuşacağım diye aklıma not düşüyorum. Ve de herhangi bir şeyin “log’u” olmayan bilgelerle. Ama şimdilik bu düşünceleri uzaklaştırıyorum zihnimden, çünkü modernizmle ve değişimle savaşacak halim yok bugün, tek isteğim bir fincan sıcak kahveyi huzurla içebilmek.
Yeni açıldığını anladığım muhafazakar bir kitap kafe burası, muhafazakar dediğime bakmayın bir hayli "hip" bir mekan. Sabahtan beri hayallediğim kahvemi içmeden önce adettendir deyip bir instagram fotoğrafı çekmeye karar veriyorum. Her şey var ihtiyacım olan, kitaplar, süslü raflar, aydınlık ve çeşit çeşit kahveler, fincanlar. Nihayet fotoğrafımın konseptine karar veriyorum; ısmarlayacağım kahvem, ceviz ahşabından masa, mavi saksıdaki kaktüs ve Tezer Özlü kitapları. Sonra kendi iç sesim konuşuyor: “Çektiğin her kitaplı fotoğrafın hakkını vermelisin!”
Fotoğrafı çekip bir an önce Tezer Özlü’nün hakkını verme telaşıyla kahvemi içmeyi erteliyorum. Aklım Tezer’de. Daha önce okuduğum kitaplarının isimlerini hatırlamaya çalışıyorum. Acaba en son hangisini okumuştum? Bu o kadarda kolay bir şey değil. Zira tüm kitaplarındaki sayıklamalar ve yarı yabancı, yarı aşina olduğum melankolisi kafamda düğüm oluyor.
Sonunda öykülerini okumaya karar veriyorum. O anda içmeyi unuttuğum fincanı fark ediyorum, soğumuş buz gibi olmuş canım kahve. Bir iki zorluyorum, yok olmuyor... Tatsız bir kahve içeceğime, kurtulayım şundan da yenisini söyleyeyim diye düşünüyorum. Fincanı diğer köşedeki büyükçe olan kılıç çiçeğinin dibine boşaltıyorum. Tek bir hareketle döküverdiğim kahveyi büyük bir iştahla emen toprağı izlerken zihnim yavaş yavaş kafeden uzaklaşıyor.
Bir anda harcadığım kahve ve Tezer’in kelimeleri beni istemsiz bir yolculuğa çıkarıyor: ziyan olan bir fincan kahve, bir çiçeğin damarlarına karışacak olan kahve, uzak diyarlardan şu küçük semte yolculuk yapmış kahve, dünyanın en tartışmalı tatlarından olan kahve, en güzel, en efsunlu, en mis kokulu, en lezzetli ve de belki de en haram içki kara bahtlı kara kahve...
Kosta Rika’daki günlerimi ve bu efsunlu meyvenin yetiştiği geniş arazileri hatırlıyorum.
Her sene kahve hasadı zamanı orta Amerika’nın incisi Kosta Rika’ya yolculuk eder mevsimlik Nikaragualı işçiler. Sadece erkekler değil, aileler hep birlikte göç ederler bu yemyeşil ülkeye. Birbiriyle olan düşmanlığı bir türlü bitememiş bu iki ülkenin arasındaki sessiz hikayedir mevsimlik işçiler. Gelirler, çalışırlar, tükenirler, sevilmezler, istenmezler, dışlanırlar, ses etmezler, konteynırlar kahve çekirdekleriyle dolunca ülkelerine geri dönerler. Dünyanın birçok yerindeki mevsimlik işçilerin ortak çilesini yaşarlar bereketli Kosta Rika ormanlarında ama yine de hep gülümserler. İnanın benim gördüklerim hep gülümsediler.
Şimdi başlamıştır kahve hasadı. İşçiler çadırlarını kurmuştur bile. Kalem tutması gereken Nikaragualı çocuklar, minik elleriyle topluyorlardır kahve bitkisinin kızıl meyvelerini. Acı tadını, sıcak sudaki kokusunu hayatları boyunca hiç bilemeyen bir dünya yalın ayaklı insan. Nasıl olur da kahvenin tadını bilemezler demeyin. Kosta Rika’daki ücra bir kasabada bir fincan kahve 1000 Kosta Rika kolonu yani neredeyse 2 Amerikan doları civarında. Ve Nikaragualı işçilerin doldurdukları her kahve dolu küfe için aldıkları yevmiye 1,5 Amerikan doları. Hal böyleyken kahveyi tadıp tadamadıklarını siz düşünün...
O coğrafyanın kızıl renkteki insanları, içemedikleri bu kızıl meyveyi; beyaz coğrafyalardaki, beyaz insanlar, beyaz porselen fincanlarında içsinler diye kaç yüz yıldır kendi kızıl topraklarının bağrından söke söke çıkarıyorlar. Haramsın bize kahve. Şaraptan daha fazla.
İçim bunalıyor, kahvenin peşinde dışarıya adım attığım bu İstanbul gününü ve huzursuzluğumu sevmiyorum. Garsonun tekrar geldiğini geç fark ediyorum. Başka bir isteğiniz var mı diye soruyor. Tezer Özlünün hüzünle bakan gözleriyle gözlerim buluşuyor, ıhlamur siparişimi verip kitabın kapağını tekrar aralıyorum. (ST/NV)