Pınar Sağ ve Mehmet Özcan'ın ardından, geçtiğimiz günlerde üç kişi daha İbrahim Kaypakkaya'yı övdükleri gerekçesiyle hapis cezasına çarptırıldı. Ceza alanlar arasında bir önceki yerel seçimlerde Tunceli bağımsız belediye başkan adayı olan ve seçimi küçük bir farkla kaybeden Murat Kur da var. Bununla birlikte bazı gazete ve ajansların yaptığı haberlere göre polis, Tunceli'de, kişilerin üzerlerinde ve kurum binalarında buldukları İbrahim Kaypakkaya fotoğraflarını toplayıp imha etti. Bu veriler, yıllardır yaşanan fakat Pınar Sağ gibi medyatik birinin yargılanması ayarında bir popülarite ile buluşmadığı için görece geniş çevrelerde tartışılma fırsatı bulamayan çok eski bir tahammülsüzlüğün sıradan politik lezyonlarından. Kamuoyunda Pınar Sağ'a adalet talebiyle bir kampanya başlatıldı. Kampanyanın argümanları genel olarak Kaypakkaya'yı savunmanın meşruiyeti ve Pınar Sağ'a uygulanan hukuksuzluk üzerine kurulu. Ne var ki, doğru argümanlar ileri sürmekle birlikte medya/hukuk dolayımında gidip gelen tartışmaların gerçek ontolojik gerekçeleri teğet geçmesi talihsizlik...
İşkence karşıtlığı, ama nasıl ?
İşkence karşıtları işkencenin tanımı noktasında genel olarak pek ihtilafa düşmezler. İşkenceyi önlemeye yönelik uluslararası düzeyde düzenlenmiş olan muhtelif konvansiyonlar ve sözleşmeler, liberallerden Marksistlere kadar, motivasyonları farklı olsa da hemen her işkence karşıtı için geçerlidir. Mesele esas olarak işkencenin paradigmatik düzeyde yorumlanmasındadır.
Bugün, işkencenin nedenine değil de sonuçlarına yoğunlaşmış bir hak savunuculuğunun, başka deyişle işkence karşıtlığında genel anlamda liberal motivasyonun etkili olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım, işkenceyi, işkenceci ile işkence mağduru arasında görme eğilimindedir. İşkencenin etkisini de esas olarak işkence mağdurunun gördüğü zarar ile ölçer. Bunun yanında bu algının, asgari insanlık ölçütlerinin gerektirdiği doğal/hümaniter işkence karşıtlığı ile kesiştiği de söylenebilir. Fakat, bu kesişmenin varabileceği en ileri nokta, genel anlamda "birilerinin başka birilerini savunmasız bırakıp acı ve eleme maruz bırakmasının insanlığa sığmadığı" durağına kadardır. Yine bu dolayımdaki temel argüman, "işkence kötü bir şeydir, insan(lar)a acı verir" civarındadır.
Bununla birlikte, işkence uygulamalarının kendini ele veren sistematikliği, işkenceyi, işkenceci erkin mağdura uyguladığı "özel" bir uygulama olarak tarif etmeye zorlamaktadır. Ne var ki, işkence karşıtlığında eksik/sorunlu olan anlayışın buradaki "özel" olandan anladığı, daha çok, işkencenin, yaşamın doğal akışında yeri olmayan bir sosyal semptom olduğu, bu sosyal semptomdan zaman zaman birden fazla mağdur olabildiğidir. Başka deyişle ona göre işkenceyi "özel" yapan, işkencenin hayatın doğal ediminin içinde kabul edilemeyecek bir acı verme uğraşı olmasıdır. Bugün daha çok benimsenen işkence karşıtı algı ve tavır genel olarak buraya kadardır.
Müstakil semptom mu, sistematik mi ?
İşkencenin ağır bir psiko-sosyal semptom olduğu ve insanlığın edimsel akışının fevkalade aleyhinde olduğu elbette doğrudur. Fakat bu "özel olma" durumuna sosyal, insani, vicdani değil de ideolojik anlamda yapılan bir başka vurgu, işkence karşıtlığında birbirinden oldukça iki farklı yorumu beraberinde getirmektedir. İşte dananın kuyruğu ile zurnanın zırt dediği yer arasındaki diyalektik de burada başlamaktadır.
İşkenceden bahsederken, onun binyıllardır uygulana geldiğini, tarihin her döneminde etkili bir siyasi yöntem olarak kullanıldığını, haliyle ideolojik formasyonunun çokça geliştiğini, bugün, psikopatolojik adli vakaları dışarıda bırakırsak, işkence uygulamalarının neden ya da sonuç itibariyle muhakkak politik olduğunu düşünmek gerek. (Adli işkence vakaları da özünde politiktir.) Aksi durumda memlekette artık sistematik işkence kalmadığı düşünülebilir, hatta yazılabilir ! Üç beş münferit vaka da zaten, insanlıktan nasibini almamış kendini bilmez üç beş densizin işidir. Bu tipler (üç-beş densiz) ya sosyal ve duygusal melaikelerini kaybetmiş, ya da görev aşkına kendilerini fazla kaptırıp zıvanadan çıkmışlardır. Pek demokrat genel yayın yönetmenleri, sistematik işkence alt edildiği halde (!) bu üç beş densizin bir çuval inciri berbat edebileceği ihtimali nedeniyle telaşlanabilir.
Bu denklem ile işkence karşıtlığı yapmak zaten kesinlikle işkence taraftarlığı yapmaya denk. Bunun üzerinde durmuyorum bile. Ne var ki, işkencenin bir amacı olduğunu ve yalnızca üç-beş sorunlu zatın eyleminden değil, bir politikadan kaynaklandığını iddia etmek de, işkencenin yapısal niteliği göz önüne alındığında eksiktir. Söz gelimi işkencenin amacını "kişiye çaresiz kalmayı öğretme, tükenmişlik hissi yaratma, korku ve aşağılanma yoluyla öz saygıyı yok etme vb." olarak tarif ederek işkence karşıtı tutum geliştirmek işkencenin paradigmatik yapısını güçlendiriyor. Çünkü bu tarif doğru fakat çok ciddi şekilde eksiktir. Liberal etkilenmeden kaynaklanan bu eksiklik işkencenin bağışıklığını arttırıyor.
Geleceğe yönelik politik bir yatırım olarak işkence
Eksik olan, işkencenin, kuşaktan kuşağa ardışık bir korku zinciri yaratmayı amaçlayan ideolojik niteliğidir. Bu yazıya konu olan işkence uygulamalarının tümü, geleceğe yönelik siyasi tasarruflarla hayata geçirilmiştir. Bu durumda işkence, birey ile işkenceci arasında görünse de, bireyin benliğini, ruhsal bütünlüğünü ve kişiliğini parçalamaya yönelik bir saldırı olarak anlaşılsa da, ve elbette somut anlamda "karşıtını" (bireyi) yıpratma, etkisiz hale getirme hedefi taşısa da, esasen, işkenceci zihniyetin geleceğe yönelik politik bir yatırımıdır.
İbrahim Kaypakkaya ile ilgili sözleri nedeniyle hapis cezasına çarptırılan Pınar Sağ bugün, 38 yıl önce Kaypakkaya'ya yapılan ağır işkencelerin bizzat mağdurudur. 10 aylık hapis cezası Kaypakkaya'ya yönelik olan işkencenin basit bir parçasıdır. Kaypakkaya'ya yapılan işkence bugün farklı araçlarla Pınar Sağ'a dokunmaktadır. Bu dokunma, bir radikalizm fenomeni olarak Kaypakkaya'nın görüşlerini savunan herkese yönelik yaygın bir endişe uyandırmayı amaçlar. Siyasi bir işkence, esas olarak, "akıl almaz ve hudutsuz" bir şiddet oluşturarak şiddet uyguladığı bedene zarar verme amacının çok fazlasını hedefler. İşkencenin yarattığı bu "hudutsuzluk" algısı tarihin farklı dönemlerinde farklı araçlarla beslenir. İşkencenin ontolojisi açısından Pınar Sağ'ın aldığı hapis cezasının siyasi analizi, Kaypakkaya'ya yönelik olan işkencenin halen sürdüğünü, başka deyişle işkencenin sistematik özelliğini deşifre etmelidir. Aksi taktirde işkence olgusal olarak direnç kazanacaktır.
Pınar Sağ işkence mağduru
73 yılında İbrahim Kaypakkaya'nın maruz kaldığı işkenceyi 38 yıl öncesinde yaşanan canice bir uygulama, 2011 yılında Pınar Sağ'ın aldığı cezayı ise "haksızlık, hukuksuzluk" listesine eklenen güncel bir hak ihlali olarak algılama eğilimi, işkencenin sofistik yapısını niyetten bağımsız olarak perdeliyor. Oysa işkence, feci şekilde ideolojik bir olgudur ve onun bu yönünü deşifre edip karşısında siyasi bir baskı yaratılmadığı taktirde etki alanını ince bir şekilde arttıran bir baskı sistematiğidir. Bu anlamda 18 Mayıs 73, Pınar Sağ'ın ceza alması ile birlikte ele alınınca, işkencenin girift ve ileri erimli siyasi hedefleri açısından önemli bir örnektir. Kaypakkaya'ya yönelen işkencenin üzerine siyasi bir perspektifle gidilmediği müddetçe 38 yıllık işkencenin güncel tezahürlerini anlamaya çalışmak da, işkence karşısında tutarlı bir tavır almak da mümkün değil. Çünkü Pınar Sağ, Mehmet Özcan, Murat Kur ve diğerleri onyıllar önce Diyarbakır'da uygulanan işkencenin birer mağduru ! (OG/EK)
________________________________________________
* Onur GÜLBUDAK, Psikolog