Bazı kitaplar ‘dünya ağrınıza’ iyi gelir. Dünyayı, insanları, eylemleri daha iyi anlamanızı sağlar. Baktığınız şeye ‘ayıkınca’ daha sağlam basarsınız yere, yalpalamaktan kurtulursunuz. Elbette sonsuza dek sürmez bu hâl, çoğu kez ayıktığınız şeyi zaman içinde unutur yine yalpalarsınız.
Demem o ki, bazı kitapları lâzım oldukça -aklınızdan hiç çıkarmamanız gerekeni kendinize hatırlatmak için mesela- döner tekrar okursunuz. Hannah Arendt’in “Kötülüğün Sıradanlığı” benim için öyle bir kitap işte. Yıllar içinde, ara ara, dönüp tekrar göz attığım bir başucu kitabı.
Hannah Arendt (1906-1975) Almanya doğumlu Yahudi bir düşünür, 20. yüzyılın en önemlilerinden bana sorarsanız. Nazi zulmü tam olarak başlamadan 1933’te önce Fransa’ya, oradan da Amerika’ya göç etmiş, ‘devletsiz’ ve ‘mülteci’ olarak yaşamış bir kadın filozof. 1963 yılında basılan “Kötülüğün Sıradanlığı” aslında yazarın The New Yorker Dergisi için kaleme aldığı bir makale serisinin kitaplaştırılmış hali.
Kitabın konusu, dönemin İsrail Başbakanı David Ben-Gurion’un gizli servise Mayıs 1960’da Arjantin’den kaçırttığı Karl Adolf Eichmann’ın Yahudi meselesinin “Nihai Çözüm” sürecindeki payına ilişkin Kudüs’teki mahkemede görülen davası. Davayı takip eden tüm basın mensupları, 11 Nisan 1961’de mahkemeye çıkarılan Eichmann’ın davasının en az Nürnberg Duruşmaları kadar sansasyonel olacağı beklentisi içinde.
Ancak mahkemenin üç görevli hâkimi, bu beklenti ile dolu mahkeme salonunda bu türden bir gösterişe hiç kapılmadan, adaletin ‘öfkeye değil en fazla kedere müsamaha gösterebileceğinin bilinciyle’ sadece ve sadece görevlerini yapmaya çalışır. Kitap işte tam olarak burada başlar, yargılama sürecinin ilk gününde.
Arendt, kitabın başından sonuna kadar bilim insanı vasfını hiç kaybetmeden; suç, ceza, hukuk, adalet, soykırım vb. onlarca kallavi kavramın peşinde bir an bile yalpalamadan ilerliyor. Yazdıklarını okurken her seferinde arada bir kitabı kapatıp önümü iliklemek ve saygı duruşunda bulunmak istiyorum, o kadar!
Önce Eichmann’dan bahsedeyim izninizle çünkü davanın esas olarak ne ile ilgili olduğunu anlamak için onu ve içinde bulunduğu şartları iyi tanımaya ihtiyacımız var.
Eichmann, Almanya’nın Solingen kentinde 1906 yılında doğmuş. Beş kardeşler; içlerinden sadece Eichmann liseyi bitirememiş. Çok çalışkan veya çok yetenekli bir genç değil. Babasının yardımı ile girdiği bir şirkette satış elemanı olarak çalışmış. 1932 senesinde avukat bir arkadaşı ona “Neden SS’e katılmıyorsun?” diyor, o da “Neden olmasın” diye cevap veriyor. Nasyonel Sosyalist Parti’ye katılıp SS’e girdiğinde Kavgam kitabını bile okumamış, hatta partinin programını bile bilmeyen biri.
Ağustos 1933’ten Eylül 1934’e kadar Bavyera’daki iki SS kampında kalıyor, onbaşı rütbesine yükseliyor. Daha sonra, Reichsführer SS’in Güvenlik Servisi’nde (kısaca SD) çalışmaya başlıyor. Heinrich Himmler tarafından kurulan SD, SS’in nispeten yeni organlarından biri, o zamanlar SD’nin başında ileride “Nihai Çözüm”ün asıl mimarı olacak Reinhardt Heydrich var.
İktidara geldikleri 1933 yılından itibaren Nazilerin “Yahudi Sorununa” bir “çözüm” bulmak için çeşitli içerikte pek çok plan ve strateji uyguladığını, önde gelen devlet dairelerinin koridorlarında hayat bulan fikirlerin başarısız oldukları an yerlerine yenilerinin uygulamaya koyulduğunu biliyoruz. 1930’larda Yahudileri göçe zorluyorlar, bunun için hukuki çalışmalar yürütüyorlardı. Savaştan çok önce ve savaşın ilk yıllarında Yahudi topluluklarının yerleri bu göçler ile değiştirilmiş ve farklı coğrafyalarda farklı yerleşim yerleri belirlenmişti. Bu planların bir kısmı anlamsız ve saçma sapandı ama bunun için Eichmann ve adamları gibi onlarca insan ‘ellerinden gelenin en iyisini’ yapmaya çalışıyordu.
İlk dönem göçlerinin fonlanmasında Yahudi yetkililer kilit rol oynuyordu. Yahudi yetkilileri, kimi zaman yurtdışındaki diğer büyük Yahudi örgütlerinden fon istiyor, bu sayede hem fakir Yahudiler için gerekli parayı hem de kendi faaliyetleri için gerekli kaynağı sağlıyordu.
Tam da bu dönemde yeni görev yerine başlayan Eichmann, artık uzun zamandır Siyonist hareketin içinde bulunan tanınmış Yahudi yetkililerle temas içindeydi. Görüşmelerde muhataplarına “Yahudi meselesine hayranlıkla baktığını”, bu konudaki idealizmini açıklıyordu. 1938 Mart’ında göç işlerini organize etmek için Viyana’ya gönderildi.
Eichmann’ın görevi “tehcir” olarak tanımlanmıştı. Yani ne istediklerine ve hangi ülkenin vatandaşı olduklarına bakılmaksızın, bütün Yahudiler göç etmeye zorlanıp o topraklardan sürülecekti. Eichmann, mahkemedeki sorgusunda ne zaman bu dönemini düşünse, Avusturya Yahudileri Göç Merkezi’nin yöneticisi olarak Viyana’da geçirdiği bu bir seneyi hayatının en mutlu ve en başarılı senesi olarak gördüğünü söylemişti.
Kısa bir süre içinde subay rütbesine yükselerek teğmen olmuş, çalışmaları takdire layık görülmüştü. 1937-1941 arasında dört kere terfi etti Eichmann; on dört ay içinde teğmenlikten yüzbaşılığa yükseldi, bunu izleyen bir buçuk sene içinde yarbay oldu.
Göçün fonlanma matematiğini SD’nin başında olan Heydrich şöyle açıklıyordu; “Yahudi cemaati aracılığıyla göç etmek isteyen zengin Yahudilerden bir miktar para topladık. Zengin Yahudiler bu miktarı ödeyerek ve üstüne de ilave döviz vererek fakir Yahudilerin ülkeyi terk etmesini mümkün hale getirdi”. Mali sorunlar çözülmüştü ama bürokratik sorunlar hâlâ vardı.
Her göçmen ülkeden çıkabilmek için onlarca evrak toplamak zorundaydı. Eichmann’ın girişimiyle “bir evrak montaj hattı” dâhi oluşturuldu. “Büyük bir idealizmle” oluşturulan ve “iki taraf için de son derece adil olan” bu sistemde hattın başından ilk belge giriyor, süreç boyunca diğer belgeler buna ekleniyor ve hattın sonundan pasaport çıkıyordu. Bu yöntemle başvuru sahibi artık devlet daireleri arasında koşturmak zorunda kalmıyor, Maliye Bakanlığı, Vergi büroları, Polis, Yahudi Cemaatleri vb. adeta ayağına geliyordu.
Nazi rejiminin tamamen, aleni bir biçimde totaliter ve kriminal bir hal alması savaşın başlangıcını, 1 Eylül 1939 tarihini buldu. 1939 yılı başlarında bile Hitler hükümetinin, Yahudileri salıverme konusunda hala istekli olduğu doğruydu (Yahudi göçünü durdurma emri bundan ancak 2 yıl sonra 1941 sonbaharında gelecekti), o zamanlar “Nihai Çözüm” konusunda bir karar olmuş olsa bile o zamana dek kimseye böyle bir emir gelmemişti.
Hitler’in 1941 Haziran ayında Sovyetler Birliği’ne savaş açması ile birlikte Eichmann başka bir eşiğe daha geliyor. Bu saldırıdan 7-8 hafta sonra Heydrich, Eichmann’ı Berlin’deki bürosuna çağırıp ona “Führer Yahudilerin fiziksel olarak imha edilmesini emretti” diyerek bu imhanın kod adının “Nihai Çözüm” olduğunu söylüyor. Eichmann Kudüs’teki mahkemede bu görüşmeyi anlatırken, bu çözümü ilk defa o gün duyduğunu söylüyor.
Gerisi az çok bildiğimiz ayrıntılar; toplu nakiller başlıyor, Ocak 1942’de Wannsee Toplantısı ile koordinasyon sağlanınca herkes üzerine düşen görevi yerine getirmeye başlıyor. Hukuk müşavirleri kurbanları devletsiz bırakmak için yasalar hazırlıyorlar mesela. Yasalar önemli, çünkü bu yolla hem herhangi bir ülkede Yahudilerin akıbetini araştırmak imkânsız hale getiriliyor hem de ikamet edilen devletin Yahudilerin mallarına el koyması olanaklı hale geliyor.
İlgili kuruluşlar, Avrupa’nın dört bir yanından toplanan ganimeti kabul edecek tesisler hazırlıyor, bu ganimetler tek tek sınıflandırılıyor. Eichmann ve adamları Yahudi Liderleri Konseyi’ne her treni doldurmak için belirlenen kapasiteyi bildiriyor, onlar da tehcir edileceklerin listesini hazırlıyor. Yahudiler başvurularını yapıp onlarca evrak doldurup toplama noktalarında bir araya gelip trenlere biniyorlar. Eichmann mahkemede buna itiraz edenin olmadığını söylüyor.
Arendt, “bir Yahudinin gözünde, Yahudi liderlerin kendi insanlarının imhasında oynadıkları rol, bu baştan sona karanlık hikâyenin şüphesiz en karanlık bölümüdür” derken tam olarak bunu kast ediyor. İnsanlığa dair inancımızı kökünden sarsan bu korkunç süreç Himmler’in 1944 sonbaharında imhanın durdurulmasını ve ölüm tesisatlarının kaldırılmasını emrettiği güne dek sürüyor.
Kitapta Eichmann’ın hayatına ve kariyerinin ilerleyişine ilişkin tonlarca ilave bilgi var elbette ama bize bu kadarı yeter. Bu dava boyunca, davayı izleyen insanlardan beklenen tepki, Eichmann’ın insanlıktan nasibini almamış bir canavar olduğunun altını çizerek onu lanetlemek. Kendisi de Yahudi olan Arendt’ten de tam olarak bu bekleniyor aslında.
Arendt öyle yapmıyor! Yaşanan insanlık trajedisi karşısında tarafsız olmayı başarabilecek gerçek bir bilim insanı olarak sürdürüyor davadaki yolculuğunu. Savcı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu adamın bir “canavar” olmadığı ortadaydı diyor Arendt.
Hayatta kalma pratiğinin önkoşulu olarak “kendini aldatma pratiğinden” söz ediyor. Ona göre, Eichmann’ın mahkemedeyken suçlarını itiraf etmede insanı şaşkına düşüren gayretkeşliği tam olarak hesabını verdiği dönemin atmosferinin sonucu.
Eichmann’a yarım düzine psikiyatrist “normal” raporu veriyor mahkeme döneminde. Hatta onu muayene eden bir psikiyatrist “onu muayene ettikten sonraki hâlimden, benden her koşulda daha normal” diyor. “İnsanların çok hoşuna giden biri” olduğu söyleniyor. İşin daha kötüsü, Eichmann’ın fanatik bir antisemitist olduğu, beyninin yıkanmış olduğu falan da söz konusu değil. Hiçbir zaman “kişisel olarak” Yahudilerle bir alıp veremediği olmadığını kendisi de mahkemede çeşitli kereler ifade ediyor.
Eichmann, nakliyesini sağladığı insanların ezici bir çoğunluğunun ölüme mahkum olacağını elbette biliyordu ama seçimler hemen oracıkta, SS doktorları tarafından yapıldığından ve tehcir edilecekler listesi Eichmann veya adamları tarafından değil, Yahudilerin geldikleri yerlerdeki Yahudi Konseyleri tarafından hazırlandığından, Eichmann elbette kimin ölüp kimin yaşayacağına karar veren biri değildi. Zaten tam da bu yüzden sorguda “Hayatım boyunca ne bir Yahudiyi ne de Yahudi olmayan birini öldürdüm, bir Yahudiyi veya Yahudi olmayan birini öldürme emri verdim” diye ısrar ediyordu.
Hatta bir keresinde şöyle demişti; “Yaptığım bütün hazırlıklar, planlar hep ters gitti; hem şahsi işlerim hem de Yahudilere bir yer ve toprak sağlamak için yıllar yılı verdiğim uğraşlar hep ters gitti. (…) Konu ne olursa olsun emeklerim hep boşa gitti”.
Arendt bu davanın, ortalama bir insanın suç karşısında duyduğu tiksintinin üstesinden gelmesinin ne kadar zaman alacağına ve o noktaya ulaştığında o kişiye tam olarak ne olacağına dair bir dava olduğunu söylüyor. Ona göre Eichmann’ın davası bu sorunun açık ve kesin bir yanıtından ibaret. Arendt’e göre asıl sorun toplumda Eichmann gibi çok sayıda insanın olması; bu insanların sapık ya da sadist değil, hepsinin eskiden de, şimdi de, dehşet verici bir biçimde “normal” olması. Bu normalliği bütün kötülüklerin toplamından daha dehşet verici buluyor.
Arendt, kötülüğün sıradanlığı derken gerçeklere sıkı sıkıya bağlı bir düzeyi kast ettiğini söylüyor. Ona göre Eichmann kendi başına kriminal biri değildi; bir üstünün yerine geçmek için onu öldürmeye kalkmazdı mesela. “Eichmann sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiçbir zaman fark etmemişti. Tahayyül yetisinden yoksundu”.
Üzerinde sıklıkla düşünmemiz gereken bir tez içeriyor “kötülüğün sıradanlığı”. ‘Normal’ insanların iyi ve kötü arasında neye göre ayrım yapacağından tutun da totaliter rejimlerin birey üzerindeki etkisine kadar geniş bir yelpazede hiza alacağımız bir referanslar bütünü sunuyor bize.
Kitap boyunca aklımda Arendt’in en çok bilinen sözlerinden biri yankılanıyor; “Üzücü olan şu ki, en büyük kötülükler, iyilik ya da kötülük konusunda hiçbir zaman düşünmemiş insanlar tarafından yapılır”.
Bütüne ait olmak ve düşünmemek kolaydır. İnsanlık tarihinde kötü olayların sadece kötü insanlar tarafından yapıldığını öne sürüp rahatlamak kolaydır. Hayatta neyi yapıp neyi öldürseler yapmayacağını süslü kelimelerle söylemek kolaydır. Kötülük karşısında bir şey yapmamanın da kötülüğü güçlendirdiğini görmezden gelmek kolaydır.
O geçenlerde gittiğin arkadaş toplantısında Suriyeliler hakkında yapılan aptal ve ırkçı şakaya yüksek sesle itiraz etmek zordur. İş yerinde terfi etmen için görmezden gelmen gerektiğini ima ettikleri usulsüzlüğe göz yummamak zordur. 6-7 Eylül olayları sırasında ağzı köpürmüş kalabalık sağı solu yağmalarken komşunu evinde saklamak, ona bir şey olmasına izin vermemek zordur. Amirin “talimatın gereğini yap, yeter” diye tepene çöktüğünde, bu işin yöntemini değil anlamını sorgulamak zordur.
Etrafımızı sadece bize benzeyenlerle çevrelediğimiz sosyal medyada linç kültürünün dayanılmaz cazibesine kapılmamak zordur. Kucağında oğlunun kemiklerini taşıyan babanın fotoğrafını gördüğünde utanç içinde ağlayacak kadar bunda payın olduğunu düşünmek zordur. Ama tüm bu zorluklar senin insanlığını ölçer.
Oğuz Atay, Tutunamayanlar romanında “Bir insanı diğerinden ayıran hususiyet nedir?” sorusunu “kayıp ve kazanç hakkında telakkisidir” diye yanıtlar. Kitabı tanıtıp bir ton lafı bundan ettim işte; kayıp ve kazanç hakkındaki telakkinize zeval gelmesin, gerisi iyilik sağlık… (AA/AS)