Yazının başlığındaki soruyu kendi kendime sormaya, bianet internet sitesinde 1 Ekim’de yayımlanan ve Ukrayna’daki çevremde altından kalkamayacağım tartışmalara yol açan ve benim de yeterli düzeyde yaşananları doğru dürüst anlamamamdan dolayı kaldırtmak zorunda kaldığım yazımdan sonra daha fazla sormaya başladım. Hakikaten, ben neden yazıyorum? Otur, ye, iç, yaşa; sonra da geber git işte.
Geçen gün Ukraynalı bir grupla sohbet ederken, içlerinden biri zaman zaman savaş hakkında ve buradaki durumla ilgili yazılar yazdığımı ve bu yazıların basılı ya da internet ortamında yayımlandığını söyledi. Bunu öğrenen bir Ukraynalının aklına gelen ilk soru, bu yazılar için para alıp almadığım oldu. Cevabıma çok şaşırmış olmalı ve bu cevaba da inandığını hiç sanmıyorum.
Kapitalizmin özü paradır. İnsanları motive eden en güçlü silah. Peki, yazma nedenim para değilse, bu yazıları neden yazıyorum sorusunu kendime yeniden sormak zorunda kaldım. Aslında bu sorunun cevabı benim için çok açık: İnsan olarak kalabilmek. İnsan kalma mücadelesi. Neredeyse üç yıla yakındır buradaki durumu ve savaşı yazıyorum. Tarihi bir ana şahitlik ettiğimin farkındayım. Üç yıl önce böyle bir ortamda kalacağımı birileri bana söyleseydi, buradaki insanların yüzde doksanı gibi ben de ona “Sen kafayı yemişsin” derdim.
Kendimi yazar ya da gazeteci olarak görmediğimi peşinen söyleyeyim. Böyle bir iddia, gerçek gazetecilere ve yazarlara hakaret olur. Bu aynı zamanda haddini bilmemekle eşdeğer diye düşünüyorum.
Son üç yılda burada gördüklerim ve şahit olduklarım bana, yazmanın ve insan olarak kalmanın ne kadar zor olduğunu bir kez daha gösterdi. Bir kez daha emperyalizmi ve faşizmi, buradaki insanlarla birlikte yeniden keşfeder oldum. Beni burada yaşatan en büyük güç, bu kavramların basit birer kavram olmadığını buradaki insanlarla birlikte yaşamış olmak. Çoğu insan için bu kavramlar sadece akla geldikçe tekrarlanan sözler olabilir, ama hiç de öyle değil. Ne mutlu bana ki faşizmi, emperyalizmi, hegemonyayı ve buna benzer insanlık düşmanı ideolojik kavramları yaşadıklarıyla yeniden bilinç düzeyine çıkaran insanlarla birlikte yaşıyorum ve aynı kaderi paylaşıyorum. İyi ki bu insanlar var. Yoksa burada nasıl yaşardım? Halim nice olurdu? Ya kafayı yerdim ya da buralardan çoktan gitmiş olurdum.
Son yaşadıklarım ve gördüklerim bana başka bir şeyi daha düşündürdü. O da, Nazım Hikmet’in şiir dizelerine yansıyan şu düşüncenin ne kadar haklı olduğudur: “Suçun büyüğü sende demeye dilim varmıyor ama suçun büyüğü sende be kardeşim” diyor ya. Evet, aynen öyle. Bu dünyada bu kadar zulüm, baskı, katliam varsa bunun nedeni sadece bu katliamı yapanlar değildir. Elbette asıl sorumlu onlar, ama haksızlığa, zorbalığa, yalana, dolana, sahtekârlığa, hırsızlığa sesini çıkarmayan insanlar da özünde bana göre bütün bu saydıklarımın şöyle ya da böyle suç ortakları. Bunun içinde ben de varım. Bu gerçeği, son yaşadıklarımla bir kez daha gördüm.
Bu yazıyı okuyan birilerinin, “Bunlara karşı çıkmanın bedelinin ne olduğunu bilmiyor musun?” gibi bir soru sorduğunu duyar gibiyim. Evet, bu bedeli ödeyenlerden haberim var. Hayatı boyunca bu bedeli ödeyenlerden biri olarak bu bedelin ne kadar ağır olduğunu çok iyi biliyorum. Bedel ödemeden ya da bunu göze almadan nasıl insan kalınabileceğini bana o soruyu soranlar söyleyebilir mi?
Umarım neden yazdığımın cevabını verebilmişimdir. Öncelikle inanın, insan kalabilmek için yazıyorum. Yazdıklarım ve insanlarla paylaştıklarım bana bir kez daha insan olduğumu ve insan olmanın erdemine, onuruna yakışır yaşamanın, zor da olsa, çok zevkli bir şey olduğunu daha iyi fark ettiriyor. Bu kahrolası dünyada kendimi daha insan ve daha iyi hissettiriyor. Yoksa her gün onlarca insanın ve çoluk çocuğun katledildiği, haksızlıkların yaşandığı bu dünyada nasıl yaşanır, inanın bilmiyorum.
Hayatım boyunca susarak yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bir türlü öğrenemedim. Faşizme ve emperyalizme, benim gibi çok insanın esir düştüğü doğrudur, ama yine benim gibi insanların bunlara teslim olmadıkları da bir o kadar doğrudur. Ne de olsa ustamız Nazım Hikmet, yazıma onun şiir dizeleriyle son vermek istiyorum. Ne mutlu ya da ne tesadüf ki, şiirin dizeleri içinde benim adım geçiyor.
“İlerleyen aydınlığın içindeyim
Ellerim iştahlı, dünya güzel.
Gözlerim doyamıyor ağaçlara
Ağaçlar öyle ümitli, öyle yeşil.
Güneşli bir yol gidiyor dutlukların arkasından
Mahpushane revirinde penceredeyim.
Duymuyorum ilaçların kokusunu,
Bir yerlerde karanfiller açmış olacak.
İşte böyle Laz İsmail,
mesele esir düşmekte değil,
teslim olmamakta bütün mesele!”
(İD/VC)