Beşir'le Vals Türkiye'de yaklaşık iki sene önce vizyona giren ve Ari Folman'ın yazıp yönettiği anime bir filmdi. 1982'de İsrail'in Lübnan işgaline katılan Folman, filmde hatırlayamadığı geçmişiyle yüzleşebilmek için birlikte savaştığı arkadaşlarıyla buluşup onlarla savaş üzerine konuşur, konuştukça anımsamaya çalışır. Yani Beşir'le Vals kişisel düzeyde de olsa bir 'tarihle yüzleşme' anlatısı olarak izlenebilir.
Ancak onun 'Aşil topuğu', yani zayıf yanı da bu yüzleşmeyle alakalı. Folman, savaşla ilgili karabasanlar görmeye başlayınca danıştığı psikiyatr dostu Ori, hafızanın belirsiz, daha doğrusu aktif yönü hakkında dikkat çekici bir uyarıda bulunur: "Bir grup insana çocukluk resimlerini göstermişler. Resimlerin çoğu gerçekten olan şeylermiş. Bir Lunapark resmiyse sahteymiş. Lunapark fotoğrafına oraya hiç gitmemiş çocukların resmini bindirmişler. Gruptaki insanların yüzde 80'i sahte resimde kendini görüp olayı olmadığı halde hatırlamış."
Yani Ori'ye göre mesele sadece hafıza kaybı, dolayısıyla bir hadiseyi hatırlayamamak değil, onu nasıl hatırladığımızdır da: "Bellek dinamiktir, canlıdır. Eğer ayrıntılar kaybolmuşsa, kara delikler varsa bellek hiç olmamış bir şeyi tümden 'hatırlayıncaya' dek oraları doldurur."
Yani aslında bir şeyi hatırlamak onu basitçe tekrar etmek değil, yeniden ve çok farklı koşullar altında yeniden oluşturmak, inşa, hatta sahte Lunapark resminde olduğu gibi bazen icat etmektir. Dolayısıyla son zamanlarda hayli popüler olan 'tarihle hesaplaşmak' ya da 'geçmişle yüzleşmek', orada bir yerlerde durup bizi bekleyen 'objektif' bir geçmişin keşfedilmesi, pasif bir biçimde hatırlanması değil, onun bugünkü gerçeklik içerisinde yeniden tasarlanmasıdır.
Hafıza bu anlamda aktiftir; hafızayla ilişkimiz geçmişten çok gelecekle ilgilidir. Dolayısıyla da insanlar ancak yeni bir gelecek tasarladıklarında hafızalarını 'tazeleme' ihtiyacı hissederler. Nasıl bir geçmişe ihtiyaç duyduğumuz, nasıl bir gelecek tahayyül ettiğimizle doğrudan alakalıdır. Bu anlamda tarihle yaşanan her 'hesaplaşma'nın siyasi bir içeriği vardır.
Tarihe hesaplaşmak genelde muktedirlerce yazılmış mevcut ve müesses tarihten dışlanmış olanların, bu tarihte yer bulamamış olanların, kaybedenlerin, susturulmuşların, ezilmişlerin talebidir. Sesi kısılmış olanlar, yok sayılmışlar kendi acılarına ve mücadelelerine yer açacak biçimde tarihin yeniden yazılmasını talep ederler. Bu nedenle olacak muktedirler tarihte tabi olanlara yer açılması talebini hep kuşkuyla ve birçok kez de düşmanlıkla karşılarlar.
Oysa Türkiye son yıllarda bu kaidenin bir istisnasını teşkil ediyor adeta. İlginçtir; mevcut hükümet son zamanlarda Türkiye'de bir hayli popüler hale gelen tarihle 'hesaplaşma' girişimlerine karşı cepheden tavır almıyor; hatta çoğu zaman kendisi tarih üzerine kışkırtıcı tartışmaları gündeme getiriyor.
'Başbakan mecliste sık sık eline bir takım tarihi vesikalar alıp bunları heyete okuyor, yakın tarihle ilgili 'putkırıcı' beyanatlarda bulunuyor. 'Tarihle yüzleşme' hevesi muktedirlerce seferber edilen bir söylemsel strateji halini almış durumda neredeyse.
Hükümet kâh 12 Eylül darbesini kâh Dersim katliamını gündeme taşıyor ya da önüne gelen tarih tartışmalarından kaçmıyor, bunlara hevesle dahil oluyor; kendi siyasal ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda 'tarihle yüzleşme' tartışmalarını seferber ediyor.
Depolitize edilen bellek
İktidar her devirde geçmiş mücadelelerin izlerini ortadan kaldırmaya ya da o izleri yeniden anlamlandırarak onları ehlileştirmeye, normalleştirmeye çalışır. Unutturmak mümkün olmuyorsa, anı depolitize edilir, radikal içeriğinden arındırılır.
Herkesin içine sindirebileceği, üzerinde 'uzlaşabileceği' şekilde renksiz, kokusuz, hazmı kolay, ruhsuz bir şeye indirgenir. Böylece anılan/hatırlanan hadise ya da kişinin hatırasıyla güncel mücadele ve direnişler arasındaki bağ silikleştirilmiş olur.
Depolitize edilen anı artık ezilenlerin yeni mücadeleleri için bir esin, geçmişteki bir umut kıvılcımı olmaktan çıkar. O artık üzerinde herkesin anlaştığı bir değerdir; ancak tam da herkesçe benimsendiği için değerini yitirmiştir. Böylece mesela 1960'ların sonlarındaki gençlik mücadeleleri ya 'darbeci-milliyetçi' etiketiyle yaftalanarak tu kaka edilir, bu becerilemiyorsa bu mücadeleler içerisinde yer alanlar, yerli yabancı şer odaklarınca 'kandırılmış' yahut 'gaza getirilmiş' iyi niyetli kurbanlar olarak temsil edilir.
Sağ ile sol arasındaki ayrım noktaları silikleştirilir, faşistler de devrimciler de iyi niyetli, yurtsever ama biraz tez canlı ve dolayısıyla da suiistimal edilmiş kurbanlar olarak sunulur. Böylece 1960'ların sonlarından 1970'lerin sonlarına Türkiye toplumunun kendi kaderini tayin etmeye dönük enerjilerinin en yoğun olduğu devir, siyasetten arındırılmış bir 'kardeş kavgası', bir daha dönmememiz gereken bir karanlık dönem olarak kafamıza kazınmış olur.
Son dönemde '12 Eylül öncesi'ne ait koparılan onca fırtınanın (istisnalar baki kalmak üzere) geride bıraktığı, tam da muktedirlerin gözüne ve gönlüne uygun böyle bir geçmiş imgesi değil mi?
Tertemiz gençlerimizi kardeş kavgasına sürükleyen 'derin' güçlerin yarattığı provokasyonlardan ibaret bir tarih. Yaşayan, eyleyen, mücadele eden siyasal özneler değil, türlü türlü komplo ve konspirasyonların mağduru olan 'gençler'. Böyle bir 'yüzleşme' yukarıdakileri korkutabilir mi, korkutur mu hiç?
Malum, Türkiye'de son zamanlarda hemen herkes 12 Eylül'le hesaplaşmaktan dem vuruyor. Doğal olarak herkes bu hesaplaşmayı mevcut siyasal güç ilişkileri içerisinde, kendi siyasal meşrebince tarif ediyor. Hal böyle olunca, 12 Eylül darbesine yol açan sürecin ne olduğu, darbeden hangi toplumsal kesimlerin zarar gördüğü, kimlerin darbe sürecinden istifade ettiği gibi sorular hep mevcut siyasal güç ilişkileri ve bu ilişkiler bağlamında şekillenen hegemonik söylemler aracılığıyla oluşuyor.
Dolayısıyla günümüzde hâkim olan şekliyle 'hesaplaşma', pekâlâ başka bir dünya için verilmiş bir mücadelenin belleğini yok etmenin bir yolu haline de gelebiliyor. 12 Eylül'le hâkim 'yüzleşme' biçimi, neoliberal konsensüsü sorgulayan değil, besleyen bir hal alabiliyor.
Darbenin yarattığı toplumsal tahribat, son referandum sırasında ayan beyan ortaya çıktığı üzere, mevcut hükümetin siyasal konumunu pekiştirmeye dönük bir araç halini alabiliyor.
Aslında geçmiş felaketlerin hatırası bugün karşısında olduğumuz felaketler karşısında bir işaret fişeği işlevi gördüğü ölçüde 'geçmişle hesaplaşmanın' radikal içerimleri olabilir.
Aksi takdirde 'geçmişle yüzleşme', günümüze dair hiçbir özgürleştirici mana taşımayan, geçmişin ehlileştirilmesine, bugünün muktedirlerinin ihtiyaçlarına tabi kılınmasına, dahası bugünün haklılaştırılmasına yol açan bir strateji halini alır. Bunun da sonucu bugüne dair bir duyarlılık değil, olsa olsa kayıtsızlık, siyasal apatidir. Güncel tahakküm ilişkilerinin meşrulaştırılması için geçmiş gündeme getirilir; ancak geçmiş felaketlerle bugün arasında bir rabıta kurulmaz, geçmiş orada uzaklarda kendi başına duran bir şeydir.
Maraş ya da Diyarbakır Cezaevi, günümüzün 'ileri demokrasisini' ululamak, haklı çıkarmak adına tartışılabilir ancak. Söz konusu ileri demokrasinin tarihle yüzleşirkenki vaadi ise Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın bir Diyarbakır mitinginde açıkladığı gibi eskisinin yerine yeni bir cezaevi koymaktır olsa olsa: "Diyarbakır Cezaevi'ni kapatıyoruz. Yeni cezaevini bir an önce yapacağız, biter bitmez de malum cezaevini yıkacağız."
Yine bu bağlamda 33 kurşun ile İnsansız Hava Araçları ve F16'ların Uludere'de saçtığı dehşet arasında illiyet kurmak abes sayılır. Böylece bir ay kadar önce Mustafa Muğlalı adının Van'ın Özalp ilçesindeki kışladan silinmesi de geçmişle aktif bir yüzleşmeden çok bir iktidar stratejisinin parçası haline gelir.
33 köylünün katlinin hatırasının devlet katında, medyadaki tabirle 'Erdoğan'ın ricası üzerine' tanınması, yeni katliamların bir prelüdü oluverir.
Erdoğan ve sair devlet ricali, Kürt halkına geçmişte reva görülen türlü eza ve cefayı, aslında tam da Kürt meselesinin kendi iktidarlarında nasıl 'çözüme' kavuşturulduğunu 'dosta düşmana' göstermek için anmakta bir beis görmüyorlar. Öyle ya, Kürtlere her türlü zulmü yaşatan 'ceberut', yahut 'derin' devlet AKP devrinde tarihin çöplüğüne gönderildiğine göre Kürt meselesinin de nihayete ermiş sayılması, Kürt hareketinin de bu kerameti kendinden menkul demokrasi atmosferinin hakkını vererek haddini bilmesi gerekmez mi?
Sözün özü, Kürtlerinin ezilmişliğinin hafızası, Kürtlerin bugün de eziliyor olmaya devam etmeleri gerçeğini gizleyen bir iktidar söyleminin parçasıdır artık. Bu söylemsel strateji çerçevesinde devlet 'Kürtlerini' zaman zaman hor görmüş ve onlara eziyet etmişse de devlet-millet bütünleşmesinin hayalken gerçek olmasıyla, yani ileri demokrasiye geçişimizle birlikte bu ezilmişliğin bir temeli artık kalmamıştır.
Artık devlet yeniden Kürtlerini bağrına basacak müşfik bir baba oluvermiştir. Yakın tarihe dair bu anlatıda elbette bir siyasal özne olarak Kürtlere, yani Kürtlerin bizzat kendi mücadelelerine yer olamaz.
Kürtler, olsa olsa, hem döven hem de seven devlet babanın müşfik eline muhtaç bir mağdurlar topluluğu olabilirler, kendi kurtuluşunun öznesi olan siyasal bir topluluk değil. Onların ezilmişliklerinin tarihi, geçmişte ne kadar mağdur olduklarını ve bu mağduriyetlerinin 'nihayet' son bulduğunu ortaya koymak için, yani bugünü ve bugünün iktidar ilişkilerini ululamak için gündeme getirilebilir ancak.
Bugünü meşru kılan geçmiş
Muktedirlerin denetimindeki 'tarihle yüzleşmede' geçmişin ancak yası tutulabilir, geçmiş acılara hayıflanılabilir, 'keşke yaşanmasaydı' denilebilir. Ancak geçmiş geçmiştir; bugün geçmişten niteliksel olarak farklıdır; geçmiş felaketlerle 'hesaplaşılıyor' oluşu da zaten bunun delili değil midir?
Devlet 'özür' diliyorsa bir şeyler, hem de radikal bir biçimde değişmiş sayılmaz mı? 12 Eylül'le hesaplaşıyorsak eğer bu mevcut demokrasimizin düzey ve kalitesiyle alakalı değil midir?
Sözün özü bu zihniyet çerçevesinde geçmişle 'hesaplaşmak' kendi başına bugünün muktedirlerini geçmişten azade kılan, onları niteliksel olarak farklılaştırıp meşrulaştıran bir işlev kazanır. Dahası günümüzde yaşanan facialar dahi bu geçmişin karanlığıyla kıyas edilerek halimize yine de şükretmemiz gerektiği söylenir.
İktidarın başta gelen mazeret imalatçılarından Fikri Akyüz, Uludere'deki katliamın ardından, "sorumluluk tartışması ayrı bir konu ama ilk kez bir hükümet,'vurulanlar terörist değil' dedi. 90'larda böyle bir itirafta bulunulabilir miydi?" diyerek katliamdan dahi geçmişe kıyasla ne kadar iyi durumda olduğumuz sonucunu çıkarmıyor mu?
Böylece geçmişin acıları istisnaileştirilerek, bugün de geçerli olan sömürü ve tahakküm ilişkilerinden azade kılınarak tekerrürü mümkün olmayan 'benzersiz' hadiseler haline getirilmiş oluyor.
Geçmiş felaketler bugünü aklamak ya da bugüne şükretmek için hatırlanır, daha doğrusu hatırlatılır oluyor. Tayyip Erdoğan'a "hiç bir devlet halkını kalkıp da kastı mahsusa ile bombalamaz. Geçmişte bu tür şeyler belki yapılmış olabilir ama bizim iktidarımız döneminde böyle bir şeyin olması mümkün değildir" dedirten de bu mantık değil midir?
Sözün özü, günümüzde 'geçmişle yüzleşmek' bugünün tahakküm ilişkilerini haklılaştıran, geçmişin karanlığını vurgulayarak bugünü ululayan bir söylemsel strateji halini almış durumda. Tam da bu bağlamda, geçmişin mücadelelerinin anısı da silikleştiriliyor ve geçmiş ancak pasif bir biçimde anılacak bir felaketler toplamına indirgeniyor.
Mesela 1990'lar bir daha geri dönülmesi istenmeyecek 'karanlık' ya da 'kayıp' yıllara indirgenip o yıllarda yaşanmış ve bugünden niteliksel olarak çok daha gelişkin mücadeleler unutturuluveriyor.
Geçmişte kurbanlar kadar sömürü ve tahakküme karşı mücadele edenler de olduğu ve kurbanların çoğunun aslında bu ikinciler olduğu unutturulmaya çalışılıyor.
Ölenlerin dövüşerek öldükleri es geçiliyor, devletin alicenaplığının eseri olacak bir özürle hatıraları yâd edilebilecek pasif kurbanlar oldukları kafamıza kakılmaya çalışıyor.
Örneğin 12 Eylül darbecilerince asılanlar başbakanın paşa gönlü çektikçe meclis grup toplantısında mektuplarını okuyacağı, yani arzu ettiğinde kullanacağı pasif kurbanlar oluveriyor.
Oysa Erdal Eren, idam edilmeden önce anne ve babasına yazdığı mektupta, yaşadıklarının onun devrime olan inancını yok edemediğini, aksine mücadele azmini körüklediğini vurguluyor ve ekliyordu: "Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar."
İşte muktedirler geçmişimizi ve ölülerimizi böyle zavallı ve çaresiz gösterip zaptetmeye çalışıyor. Mücadeleler silikleştirilip mücadele edenler kurban haline getirilince devlet katından bir 'özür' geçmişle hesaplaşmak adına yeterli addediliyor.
Oysa geçmişteki felaketleri yaratan ezme-ezilme ilişkileri ayaktayken dilenmiş (üstelik mesela Dersim vakasındaki gibi ana muhalefet partisini yıpratmak gibi pespaye kaygılarla dilenmiş) bir özrün geçmişle 'yüzleşme' sayılması mümkün mü? Böyle bir özür özgürleştirici bir potansiyele sahip olabilir mi?
Ancak neyse ki mücadele ve direnişlerin, hatta kısmi ya da geçici de olsa zaferlerin hiç bulunmadığı bir yenilgiler kısır döngüsü değil tarih.
Tarih 'başka' bir geleceğin ipuçlarını, kısa anlar için de olsa altta kalanların birleşip direnme ve hatta bazen kazanma kabiliyetini gösterdiği gizli kalmış epizodları açığa çıkardığında verebilir ancak.
'Bizim' geleceğimiz, geçmişin bu gizli-kaçak anlarında gizlidir. Dahası ancak 'aktif' bir bellek, 'militan' bir hafıza geçmişteki felaketleri bugüne dair bir uyarıcı haline getirebilir.
Tarih bugün ve gelecekten bağımsız olmadığı gibi, hafıza da basbayağı bir siyasal mücadele alanıdır. Başka bir gelecek ve başka bir şimdi için mücadele edenler, egemenlerin belleğimiz üzerindeki tahakkümünü kırmaya çalışırlar, çalışmalıdırlar. Çünkü düşman zafer kazandıkça sadece yaşayanların, yani bizlerin hayatını karartmaz, ölülerimize de el koyar. Onların hafızamızdaki imgesini çarpıtır, kendi meşrebince, kendi siyasal emelleri uyarınca yepyeni bir kalıba sokar; Deniz Gezmiş'i 'darbeci', Nazım Hikmet'i 'vatan şairi' yapar.
Tarihimizi ve belleğimizi bu küstah düşmanın yağmasına teslim etmemek, ölülerimizin egemenlerin zafer alayında yerlerde sürüklenmesine karşı çıkmak basbayağı siyasal bir görevdir.
Walter Benjamin, tarih üzerine tezlerinde özgürlük mücadelesinin sadece gelecek güzel günler için değil, mağlup kuşaklar için de verildiğini yazar.
Benjamin'e göre işçi sınıfı ve onun mücadelesi için 'gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü' yeterli saymak büyük bir yanlıştır. Zira Benjamin için, tahakküm edenlere karşı nefret de devrimci fedakârlık da "köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil."
Özgürlük ve eşitlik mücadelesi garantisizse, tarihin 'nesnel' yasaları uyarınca zafere ulaşacağı kesin değilse, onun esinleneceği, dayanacağı yegâne şey, 'köleleştirilmiş atalarımızın' zincirlerini kırmaya cüret ettikleri anlar olacaktır.
Boyunduruk altına alınmış, katledilmiş atalarımızın bu köhne dünyada sıkışıp kalmış, zincire vurulmuş ruhlarını huzura kavuşturacak şey devlet ricalinden gelecek bir özür olamaz elbette. Onların kefaretini ödeyebilecek yegâne şey, bu felaketlere gebe dünyanın biz torunlarınca alt üst edilmesidir ancak. (FB/HK)