Geç kalmış olmakla birlikte bu tür olaylarda toz dumanın dinmesini beklemek akılcı olabilir; zira medyanın çığırtkanlığı hemen her zaman göze perde indirmekte.
Necip Fazıl'ın 1949 yılında Büyük Doğu'da kaleme aldığı yazısında Ahmet Emin Yalman'a karşı ciddi bir tehdit var: "Elverir ki Allah'a ve Resûlüne düşman olan suikastçı kalemini Büyük Doğu'ya yöneltmek cesaretini göstermeyesin; ve hesabını görecekleri güne kadar menfur ve melûn köşende 'sus pus' oturasın!.. Sen bilirsin, tercih hakkını sana bırakıyoruz".1
Üzmez'in Yalman'a yönelik suikastının ardından "azmettirici" Necip Fazıl'ı hakim karşısına çıkarırlar. Necip Fazıl'ın savunması da oldukça zekice: "İngiliz'in biri, kıskançlık içinde karısını öldürse...Ve adamın cebinde Othello piyesinden bir sayfa bulsanız...Azmettirici diye Shakespeare'in iskeletini mezarından çıkarıp Londra köprüsünden mi sallandıracaksınız?"
Böylesi bir savunma hâkim tarafından haklı bulunabilir. Zira bu suikast girişiminde bulunulmamış olsaydı bu tehditleri içeren yazılar soruşturmaya uğrar mıydı, uğramış mıdır?
Yazılar suçluysa, bu mantığa göre, daha ziyade solcuların başına gelen "sözle", "yazıyla", "düşünceyi ifadeyle" devletin güvenliğini tehdit etmek de suç sayılabilir. Biri olmadan diğeri olamaz.
Bu vakada belki yapılabilecek olan söz konusu tehdit yazılarından sonra Yalman'a koruma vermek olabilirdi (Hrant Dink'e verilmediği gibi ona da verilmemiş).
Asıl önemli olan, ilgili tehditlerin desteğinde Yalman'ın gazetesinde çıkan fotoğraf ve yazılar yüzünden "tahrik"e kapılmaktır. Ve Necip Fazıl'ın tehditleri sonucunda, Yalman'ın yayınlarını okuyan bir sürü insan arasından Üzmez bu tahriklere kapılmıştır. (Suikastın ne ölçüde planlı/örgütlü olduğunu elbette bilmiyoruz, yıllar ertesinde. Aşağıda bu konuda da bazı bilgiler mevcut).
Üzmez kapıldığı tahriki mahkemedeki ifadesinde şöyle dile getirir:
"O adam [Yalman] İslâm ilkelerine, geleneklerine karşı çıkıyor. Gazetesinde açık saçık resimler yayımlayarak dinimize saldırdı. Güzellik kraliçesi Gelengül'ün Amerikan askerleri tarafından öpülüşünü gösteren fotoğrafları basarak İslâmlığı incitti. Dolayısıyla vücudunun ortadan kaldırılması gerektiğine inandık."
"İnandık" ifadesinden anlaşılabileceği üzere Üzmez tek başına değil, Kur'an diliyle konuşmuyorsa şayet. Suikast üzerinde konuşulmuş ve aralarından biri, ki bu Üzmez, tetikçi olarak seçilmiş. İlgili kişiler: Şerif Dursun, Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti.
"Ben yapmadım deseydim, suçu Şerif Dursun'a yükleyeceklerdi, Necip Fazıl üstadımız da öyle istiyordu. 'Bu hödüğün davamıza ne faydası olacak suçu ona yükle, öyle olursa ben çıkarım' diyordu. Serdengeçti ağabeyim de onun tarafını tutuyordu. Onlar olaya davamız açısından bakıyorlardı. Bense bir can için zillete düşmeyi sevmiyordum".
Üzmez, kendince bir "delikanlılık" yapıyor ve işlediği suçun cezasına katlanıyor. Burada bizden bir takdir bekliyor, "erkekçe" davrandığı için.
Anlaşıldığı üzere planlı örgütlü üzerinde düşünülüp tartışılmış bir saldırı eylemi. Ancak yine de tetiği çekmek, herhalde farklı bir psikoloji gerektirir. Necip Fazıl ve diğerleri kendilerini geriye çekmişler, "işi" bu gence -o zaman lise öğrencisi olan Üzmez'e- terk etmişler. Belki yaşından dolayı ceza almayabileceği ya da en azından daha hafif bir ceza alabileceğini hesaba katmış olabilirler. Nitekim suikast ölümle sonuçlanmadığı için on yıl hapis cezası alıyor Üzmez. Ceza değerlendirmesinde yaşın etkisini bilemiyoruz.
Bu giriş bölümünden sonra geçtiğimiz aylarda Radikal'de yayınlanan, Fırat Mollaer tarafından kaleme alınan Üzmez hakkındaki yazıyı hedef alarak ilerleyeceğim.
Mollaer'in yazısının amacı "toplumsal bağlamı olmayan bir psikopatoloji yoktur" (Mitch Mitchell) ya da "... onun psikopatolojisini aynı zamanda toplumsal bir temelde kavramak olmalıdır".
Ancak Mollaer, tersten, daha doğrusu, tepeden/makrodan mikroya bakıyormuş gibi geliyor bana. Ve bu perspektif, Marksist olduğu kadar "pozitivist" bir bakış. Zira makroya yüklenen bu fazla vurgu, mikronun, bireyin kendine özgülüğünü, enerjisini (hastalıklı bile olsa) soğuruyor.
Elbette birinci Üzmez vakasını, ikincisini de, makro kavramlarla açıklayabiliriz. Ve "Hitler benim için patolojik bir vakadır" tezi bana da gülünç geliyor. Ama her makro ya da toplumsal ilişki, her bireyde aynı etkiyi yaratır mı? Tersinden düşünürsek, klasik modernist psikoloji/psikiyatrinin insanları on iki kategoriye indirgeyen burçlar misali kategorik/analitik açıklamalarına mahkûm kalırız. Kaldı ki "anti-psikiyatri" ya da günümüzdeki adıyla "eleştirel psikiyatri" bu bakışı derinden sorguluyor.
Mollaer'in yazısının amacını anlıyorum: Üzmez'i -özellikle ikinci vakasında- bir sapığa, bir norm-dışıya indirgeyerek, bağlamını sorgulamadan bırakmak bize bir şey kazandırmayacaktır. Bu "sapık" ya da "meczup" algılayışı, kimi zaman realiteyi çoğu zaman muhalefeti marjinalleştirip yok saymanın bir yoludur (Bkz. Marki de Sade, Fr. Devrimi tartışmaları, "zevk hakkı"). Ancak şunu söylemek istiyorum: Aynı kamptan olan başka biri ilgili tahrike kapılmamış olabilir. Bunu söylemenin nedeni, ikinci vakanın nerdeyse tüm kampa mal edilmeye çalışılması; Üzmez'in korunmaya alınması bürokratik/hukuki işlemlerde ayrımcılık vs. bir yana.
Bu algılayışın yanlış olduğunu söyleyerek soruyorum: Üzmez'i günah keçisi yapmak aslında onun üzerinden tüm bir grup/topluluk/toplumun suçlanıp, aforoz edilmesi değil mi? Nasıl ki, "İtalyan gelin Pippa"nın bir Türk tarafından tecavüze uğraması tüm Türkleri tecavüzcü kılmıyorsa, bu vakada da böyle. Zirâ, tersi, totalleştirici hatta totalitarizme götüren bir bakış açısı sayılmaz mı?
Elbette, Üzmez'in bir temsil ya da sembolik bir misyonu vardır. Zira muhafazakar ahlâk hakkında atıp tutan biri. Yine de tek temsil yönünü taşımamakta. Zira böyle bakılırsa, örneğin Marksizmin tek temsilcisinin ya da uygulamacısının Lenin ya da Stalin vs. olduğu söylenebilir. Ama uygulamalardan ya da temsillerden biri üzerinden tüm bir teori, öğreti mahkûm edilemez.
Hedef yazıdan devam edersek, "Yüzyıllık Yanlışlık", İttihat Terakki meselesi. Burada Nuray Mert'in yakın zamanda çıkan bir yazısını not düşmeli. Mert diyor ki, ülke olarak özellikle "demokratlar" ve "liberaller" olarak öyle bir tutumumuz var ki, bir şeyi tümüyle tu kaka, yanlış ilân edip, sonra yeni bir şey bulup (örneğin demokrasi) onu toptan doğru kabul etmekteyiz. Ta ki onu da tu kaka ilân edene kadar. Ve böyle kesik kesik tarihsel bir ilerleyiş.
Katılıyorum. Elbette İttihat Terakki tekrar tekrar eleştirilmesi gereken bir yapı ya da zihniyet. Ancak bugün özellikle akademisyen aydın kesiminin bildikleri halde bazı şeyleri çarpıttıkları ve bilhassa yanlış yönlendirmelere gittiklerini düşünüyorum.
Bir kere Osmanlı/Türk modernleşmesi Cumhuriyet'le başlamadı. En azından iki yüzyıllık bir tarihi var, Osmanlı'ya dayanan. Resmi olarak II. Mahmut'la başlatılıyor. Daha geriye bile gidebilir.
Söz konusu modernleşme de tepeden inmeci ve elitisti, çoğunca da dış dinamiklere bağlıydı. Yani tepeden inmecilik, Jakobencilik İttihat Terakki'ye özgü değil.
Cumhuriyet'in kurucu babaları her ne kadar İttihat Terakki kökenlere sahip olsa da, bire bir özdeş, merkezden belirlenmiş bir ideolojik bütünlüğe de sahip değillerdi. Enver Paşa, Kâzım Paşa, Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa vs. bunların hepsi kendine özgü insanlardı.
Nurettin Topçu'nun Anadolu insanı hakkında etkileyici bir yorumunu hatırlıyorum: "Bunlar iktidar tarafından ezilirler ama güce taparlar, iktidara kendileri geçtiğinde aynısını kendileri yaparlar."
Dolayısıyla, örneğin günümüzün liberalleri ya da demokratları, hatta "özgürlükçü" solcuları iktidarı ele geçirseler eleştirdikleri şeylerin aynısını kendileri de yaparmış gibi geliyor bana. Bunun ipuçları bu kesimler henüz muhalefetteyken bile mevcut; bir fikri kendi muhaliflerini nasıl ezercesine, yok edercesine savunduklarından belli. Özellikle demokratlar, burjuva toplumcular kimi zaman histerikleşerek gözleri hiçbir şeyi görmüyor. Bu sefer, kendilerini hakikatin taşıyıcısı sanıyorlar, hem de birilerini hakikati kendi tekellerine almakla suçlarken.
Topçu'nun bu yorumu, örneğin Mollaer'in yazısında belirtildiği gibi "parya, ezilmeyi ortadan kaldırmak yerine iktidar arayışında olduğundan efendilik konumuna geçebilecek ve sadece intikam alma güdüsüyle hareket eden potansiyel zalimlik ideolojisi haline gelebilecektir" yorumuyla örtüşmüyor mu?
Aynı düşünce benzer bir ifadesini Erich Fromm'da buluyor: "Özgürlük adına yapılan her savaşta önceleri zulme karşı savaşmış olan sınıflar zafere ulaşıp savunulması gereken ayrıcalıklara sahip olduktan sonra özgürlük düşmanlarının yanında yer almıştır." (Persona, s.7).
Efendi-köle diyalektiğinde anahtar kavram "tanı(n)ma"dır diye biliyorum. Köle, yaşama içgüdüsünü alt edemeyerek ölümüne dövüşten geri adım atar ve köleliği kabul eder ya da etmek zorunda kalır, efendi ise cesaretle hem ölümün hem hasmının üstüne yürür, dolayısıyla efendiliği tabiri caizse hak eder. Ancak efendi kendi gibi efendi olmayan, yani eşiti olmayan, kısacası bir köle tarafından hem de (mecburen) tanındığı için aslında eksik bir efendidir. Paradoks da buradadır.
Ancak kanımca liberal demokrasi şöyle bir şeydir. İntikam alma sırası daha önce muhalefete, şimdi iktidarda olandadır. Sırasıyla her taraf kendi intikam saatini bekler. İntikamın ille de kanlı olması gerekmez. Özetle, tahteravalli gibi, biri iner, biri çıkar. Ya da bir ben, bir sen. Kanımca demokrasiyi fazla abartmamak gerekiyor.
Bu konuya ilişkin olarak, paryaların iktidara gelişini, iktidar/intikam tadını ilk defa aldıkları üzere bunu da fazla abartmamak gerektiği söylenebilir. (50'lerde Demokrat Parti'nin iktidara gelişini saymıyoruz. Zirâ, muhafazakar söylem sadece bir söylem olarak kullanmaktan öteye geçmemiştir. Yani Demokrat Parti o kadar da Demokrat Parti değildi. İsmail Kara'dan öğrendiğimize göre dinle ilgili idari/pratik kararların çoğu DP iktidara gelmeden, zaten CHP tarafından alınmıştı. Örneğin, İmam Hatip Liselerinin açılması. Demokrat Parti'nin bu özellikleri pek çoklarınca dile getirilmiştir. Ayrıca, Mollaer'in de söylediği gibi paryalar, parya olarak değil, ruhen parya, ancak şeklen (sosyo-ekonomik bakımdan) efendi olarak iktidara gelmişlerdi. (Üstelik, bugünkülere göre daha paryamsı görünen ve "millici" Refah'ın iktidarı çok çabuk engellenmiştir.)
Bu ruhen parya, bedenen efendilik, kanımca, Necip Fazıl'ın "şizofreni"siniden daha ürkütücüdür. Bu durumun en açık ifadesi, bir arkadaşımın dikkat çekmesiyle farkına vardığım Hüseyin Çelik'in sözlerinde dile gelmekte:
"Biz ekonomik olarak, toplumsal olarak, eğitimsel olarak, hukuk olarak reformcu, ancak kültürel olarak muhafazakarız".
Dolayısıyla, bu durumda ortaya konan, aslında İttihat Terakki'nin has ideologlarından pozitivist Ziya Gökalp'in önerdiği "hars-medeniyet" ilişkisinden farklı değildir.
Sözün özü, Topçu'ya nazire yaparsak, bu ülke insanları ister sağda ister solda, ister demokrat, ister otoriter olsun, büyük ölçüde aynı bakış açısına ve tutuma sahiptir.
Sanki, hep aynı tarihi dönemi yaşar gibiyiz, boşlukta asılı kalmışız gibi. Kemalistler olsun, muhalifleri olsun, bir türlü radikal bir kopuşu gündemlerine alamamaktalar.
Kanımca, Necip Fazıl'a şizofren damgasını vurmakla haksızlık ediyoruz. En azından bir tek o değil. (Ayrıca bildiğim kadarıyla, Necip Fazıl'ın şiirsel söylemi hiç de öyle "tasavvuf bahçeleri"nden derlenmiş değil. Vurucu, militan, enerjik bir söyleme sahip, öyle olmasa İBDA-C'yi esinleyemezdi herhalde. "Sakarya" şiiri özellikle çok güzeldir).
Son olarak, Mollaer'in "üretken bir melezliğe dönüşen arafta kalma durumlarından değil, şiddete meyal bir şizofrenik bölünme" yorumu üzerine düşünelim:
Açıkçası, (üretken olup olmadığı pek de belli olmayan) bir melezliğe dönüşen araf, özellikle seksenlerden sonra "uzlaşma" kültürünün/felsefesinin (ki Habermas'ın buna katkıları büyük bildiğimiz gibi) bir uzantısı, çıktısı değil mi? Sanki ne kadar araftaysak, o kadar uzlaşırmışız gibi. Muhafazakâr cenahtan hemen şu "bitaraf olan bertaraf olur" düstûru duyulur. Hegel-Marx evreninden beslenen görece klasik sol ise hala "çatışma" kültürüne tutunmakta.
Globalleşmenin ivmelenerek genişlemesi (ki son ekonomik krizin durup durmayacağından emin olmamakla birlikte, krizin en azından finansal globalleşmenin kapsamını ve derinliğini göstermesi bakımından önemli olduğunu sanıyorum) bu uzlaşma kültürünü, sınıf politikası yerine kimlik politikalarının geçmesiyle birlikte, pompalamıştı.
Arafta olmak, uzlaşmaya hizmet ediyordu. Ancak araf deyince ne dense benim aklıma Fenon geliyor: "Yeryüzünün Lanetlileri" ya da "Siyah Yüzler Beyaz Maskeler" (N.Mert'e teşekkür). En arafta olanlar, sömürgeleştirilmiş ülkelerin aydınları ya da bizim gibi sömürgeleşmemiş olsa da rotasını Batı'ya çevirmiş Doğulu/Güneyli ülkelerin aydınları.
Genel olarak aydın ise, Marksist terminolojiye binaen küçük burjuva ya da liberal ekonomi terimiyle orta-sınıf karakteri yüzünden arafta olmaya en uygun aday. Orta-sınıf Aristoteles'in sözüyle demokrasi rejimi için biçilmiş kaftan. Ne avam kadar öfkeli ve zalim, ne de elit kadar gaddar ve cesur. Bu bölümü Aziz Augustunus'un bir sözüyle bitiriyorum:
"Umudun iki güzel çocuğu vardır: Öfke ve cesaret. Öfke katlanmak içindir. Cesaret de (onları) değiştirmek için."
İkinci Üzmez Vakası hakkında
Bu vakanın infial yaratmasının en büyük nedeni, Üzmez'in kimliği dışında iddia edilen cinsel istismarın "çocuğa" yönelik olması sanırım. (Geçtiğimiz yıllarda, Aczmendi liderinin yaşadığı cinsel skandal şaşkınlık yaratsa da bu denli tiksinti doğurmamıştı kamuoyunda; zira skandalın diğer ucundaki kadın kişi bir yetişkindi). Ancak, Üzmez'in ekranlardan ve sözlerinden yansıyan kendinden emin tavırları bu vaka üzerinde ister istemez düşünmemize yol açıyor. Bu basitçe ya da yalnızca kendinin kayrılacağını bilmenin getirdiği bir şey olmamalı.
"Çocuk" kavramı ya da kategorisi, "modern" bir kavram. Öyle ki, örneğin Ortaçağ'da haçlı seferlerine, yetişkinler yanında çocukların da tıpkı birer yetişkin gibi katıldığını biliyoruz. Dahası, Rönesans resimlerine baktığımızda, aile resimlerinde çocukların tıpkı yetişkin gibi giydirildiğini, kendine özgü çocuk kıyafetleri olmadığını görüyoruz. O çağlarda çocuk ayrımı henüz yapılmıyor. Üstelik, hükümdar öldüğünde, yerine pekâlâ bir çocuk hükümdar geçebiliyor. Günümüze doğru geldiğimizde, örneğin 19. yüzyılda -ve hatta günümüzde- çocukların hiç de çocuk gibi görülmediğini ve yetişkinler gibi çalıştırıldıklarına tanık oluyoruz.
Modern hukukla birlikte suç kavramı, ceza ehliyeti vs. kavramların ortaya çıkışıyla, psikoloji, sosyoloji gibi modern beşeri bilimlerin gelişmesiyle ruhen ve bedenen "reşit olma" (yaş sınırı) da gündeme geldi. Ancak bu henüz çok geç bir gelişme.
Özetle, çocukluk, reşitlik kavramları modern kavramlar. Muhafazakâr çevrelerde, özellikle geleneksel söyleme sahip olan cenahta ise işlerin hiç de böyle yürümediğini tahmin edebiliriz. Örneğin evliliklerde karşılıklı "rıza", çoğu zaman belirleyici bir ölçü olabilirse bu çevre için de, hiç olmasa bile kısmen, kabul edilebilir bir şeydir. Zirâ, aile büyüklerinin onayının da gerektiğini görüyor, duyuyoruz. Örneğin ikinci Üzmez vakasında ailenin devrede olması dikkat çekici bir durum.
Son tahlilde, fiziksel olgunluğa erişen, açıkçası buluğa eren kız ya da erkekle ilgili evlilik çatısı altındaki bu cinsel münasebet anlaşılır, kabul edilebilir gelebilir. Kanımca, muhafazakâr kanatın çoğunluğunun "sessizliği" bu yorumla açıklanabilir.
Üzmez'in suç işlemediğine dair kendinden emin tavrı da bu yönde anlaşılabilir. Evlilik bağı söz konusuysa ortada bir "günah" yoktur. Bağın olup olmadığını bilmiyoruz, bilemeyiz de. Varsa bile, bu bağın bizi ilgilendirip ilgilendirmediği ayrı bir tartışma konusu. Çocuğun çocuk olmasının ise bir önemi yoktur, yukarıdaki açıklamaya istinaden.
Ilımlı muhafazakar çevreler, demek ki, ahlâken de liberalleşmiş olmalılar ki, "modern" reşitlik kavramını, yani yalnızca fiziksel değil ruhen/zihnen de olgunluk talep etmekteler. (Bu oranın, ancak orta ya da orta-üst sosyo-ekonomik seviyede yani çocuğunun orta ve yüksek eğitimini, iş güç ortamını sağlayabilen ailelerde yüksek olabileceğini tahmin edebiliriz. Ancak genç kızlar için durumun pek de öyle aman aman olmadığını da belirtebiliriz).
Klasik, geleneksel söyleme sahip muhafazakârlarla örtüşen Batılı bir düşünürün bir post-modern olması manidar. Deleuze şöyle der: "Doğa bize çocuk yapma , evlenme imkânını sunsa [buluğ çağı] bile evlenmeyiz. Bunu yapabilmemiz için okula gidip, eğitimimizi tamamlamamız, iş sahibi olmamız, sorumluluklarımızı yüklenmemiz beklenir." Yani, evlenmeden önce yetkin ve yetişmiş bir tüketici olmamız beklenir, toplum tarafından.
Bu yorumlara bakacak olursak, doğacı bir bakışa sahip bir post-modern, tutucu gerici saydığımız bir gelenekçiyle, muhafazakârla aynı noktada buluşabiliyor.
İkinci Üzmez vakasının, liberalleşmiş, ılımlılaşmış olanlara mide bulandıracak kadar iğrenç gelmiş olabileceğini tahmin edebiliyorum. Kaldı ki, modernler de aynı duyguyu paylaşmaktalar. Zira, bu bir "modern tabu".
Paradoksal olan, bu tabuyu liberalleşmiş, ılımlı muhafazakârların da hissetmesi. Bu tür konularda kendini gelenekçi cenahta gören sosyolog Abdullah Arslan'ın "Modern Hayatta Müslümanlar" adlı kitabı anahtar olabilir.
Üzmez'in psikolojisi hakkında özellikle gözaltına alındığında ve serbest bırakıldığında verdiği refleks ve görüntüler hakkında da bir şeyler söylenebilir. Ama bunlar kişisel gözlemler olduğunda pek de fazla bir şey ifade etmez.
Bir kere Üzmez, üzerine toplanan (olumsuz da olsa) ilgiden memnun görünüyordu. Bu, ne kadar bilinçli ya da bilinç-dışı bilemiyorum. Örneğin, böylesine bir suç iddiasıyla gözaltına alınan ya da tutuklanan kişiler, genellikle yüzlerini, kimliklerini gizlemekte. Ancak Üzmez, gizlenmek ne kelime, -belki onuruna dokunduğundan ya da mevcut şöhreti nedeniyle bir fayda sağlamayacağından da gizlenmemiş olabilir elbette- duvarların arasından elleri kelepçeli geçerken, yukarıdan çekim yapan kameralara kelepçeli ellerini kaldırıp selam veriyor ve gülümsüyor, daha doğrusu gülümsemeye çalışıyor. Gönderdiği selam kimeydi? Ailesine, yakınlarına, okurlarına ya da hepimize? Buna karşın serbest bırakılırken, "benim düşmanım şeytan, nefsimin kendisi" tarzında bir ifadeyle belki de suçu daha doğrusu günahı üstlendiğini, vicdan azabı gibi bir şey çektiğini de söyleyebiliriz. Ama liberal hukuk anlayışında "şeytana, nefsime yenildim" ya da "sarhoştum" ya da "bunun suç olduğunu bilmiyordum" gibi savunmalar geçersiz, biliyoruz. Kaldı ki, Üzmez'in o ifadesindeki muhatabı liberal hukuk değildi. Geçerli olabilecek bir mazeret olarak akıl sağlığının bozuk olması ya da cezai ehliyeti olmamak akla gelmekte. Peki, Üzmez bunu bilmiyor mu? Herhalde biliyor. O zaman ifadesi yukarda değindiğim gibi halihazırdaki hukuk sistemine değil, toplumun "genel ahlâk anlayışı"na cevaben verilmiş olabilir.
Üzmez'in TV'deki röportajlarına birkaç kez denk geldim. Her ikisinde de kendinden gayet emin, savunma gereği bile duymayan, hukuken suç işlemediğine inanan, hatta saldırgan ("ben gazeteci vurdum") bir tavırla konuşuyordu. Özellikle, küçük kızın ailesi, annesi ve hatta anneannesiyle ilişkisini ballandırarak anlatıyordu. Anlattıklarından öyle anlaşılıyor ki, aileyle ilişkisi çok eskiye dayanıyor. Anneanne Üzmezlerin evinde çalışan bir yardımcıymış. Anneyi evlendiren Üzmez'miş. Annenin kızlık zarını diktiren de (hem doktoru bulan, hem masrafları ödeyen hem de doktora kadar eşlik eden) yine Üzmez'miş. Öyle görünüyor ki, bir "baba" kadar yakın aileye. Elbette, buradaki riya mide bulandırıcı cinsten, aynı zamanda da son derece "pragmatik". Anlaşılan o ki: Bu sosyal ilişkiler önemli. Ekonomik ve belki de ahlâken düşkün bir ailenin muhtaçlığı ve sefaleti bu vakada başat rolü oynuyor. Zira, küçük kızın ifadesine göre, kız Üzmez ile annesi tarafından yalnız bırakılmadan önce, Üzmez, anneye para çekmesi için banka kartını vermiş. Annenin dahli sanıyorum araştırılacaktır. Bundan dolayıdır ki, Üzmez, vaka gündeme düştüğü zaman "bana komplo kuruldu" ifadesini vermiş olabilir. Ancak ortada danışıklı bir dövüş de olabilir. Velhasıl, vaka hiç de medyaya aksettirildiği gibi olmayabilir. Elbette, bu durum, bir istismar suçu varsa, bunu ortadan kaldırmaz (zira küçüklerin "rızası" olsa bile bu türden bir asimetrik ilişki hukuken yine istismar sayılır).
Bütün bunlar eşliğinde Üzmez'in özgüvenli hali, mâsum olduğuna dair inancını anlaşılabilir hale geliyor. Zirâ, Üzmez, toplumun büyük kesimi gibi liberal hukuk anlayışına göre değil, kendi etik kodlarına göre yaşıyor. Öyleyse, Üzmez'in ve pek çoğunun gözünde bu vakanın, resmi nikâha ihtiyaç duymadan imam nikahı kıyarak evlenmekten pek bir farkı yoktur ve vaka-i adiyedendir. Kanımca, söz konusu etik kodlar sadece İslam'dan değil, gelenekten de kaynaklanmaktadır. Doğrusu, hangisi İslâm'dır, hangisi gelenektir, zor ayırt edilir hale gelmiştir. Ya da kimilerince kabul edildiği üzere Osmanlı'nın son zamanlarında ve Cumhuriyet'te geleneği artık İslâm temsil eder hale gelmiştir. (İT/EZÖ)
* Bu ve ilgili diğer alıntılar, "Bir Taciz Konkasörü: Hüseyin Üzmez", yazarı anonim, Yeni Harman, Sayı:124, Kasım 2008, s. 10-11.