Gençay Gürsoy Hoca’nın kitabının adını yazımın başlığı olarak kullandım. Hoca’nın bu yıl içinde İletişim Yayınlarından çıkan kitabı 525 sayfalık bir hacme sahip.
Ancak bundan daha önemlisi, anılarını ve tanıklıklarını gözündeki çöpleri görerek samimi, yalın, ironik ve edebiyatın imkanlarını da kullanarak anlatan Gürsoy Hoca’nın kitabı, bir solukta okunacak akışkanlığı sahip.
Kitap bir dönem Türkiye tanıklığı vasfını da taşıyor. Ancak kitabın beni saran, nostaljik tatlar bırakan, acıyı ve hüznü yaşatan tarafı ortak paydalarda buluştuğumuz yaşam kesitleridir; çocukluk, köy, taşrada okuma dönemi, ergenlik, siyasi şekillenmeler, edebiyat, tren yolculukları…
Anı yazmak ve anılarda objektif olmak zordur. Kişi kendini ve çevresiyle ilişkilerini ne ölçüde dürüstçe anlatabilir? Neleri gizler, neleri abartır veya çarpıtır? Hayatının ne kadar kısmını bir kitap aracılığıyla kamuya açabilir? Ve dahası, siyasi bir kişilikse siyasi hayatını özgürce anlatmasının karşısında bir heyula gibi duran devlet kovuşturması ve sansürü durmaktadır. Bütün bunlar kişiyi oto sansüre zorlar.
Anı yazmanın sıkıntılarından biri de eğer günlük notlar tutulmamışsa, unutmak, olay veya kişileri hatırlayamamak oluşturur. Ancak Gürsoy Hoca’nın kitabındaki isimler, yer adları ve tarihlerdeki detaylar, geçmişte notlar tuttuğunu gösteriyor.
Okuduğum biyografi ve anı kitapları içerisinde Gürsoy Hoca’nın kitabı çok daha samimi, detaylı, kendini hem ahlaki hem de siyasi olarak eleştiren, cinselliğinin oluşumunu, dini inancının küçük yaşlardaki nitelik dönüşümünü, ebeveynleriyle ilişkilerini, haşarılıklarını, utançlarını çekincesiz anlatıyor.
Aziz Nesin’in 3 ciltlik “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez” adındaki detaylı yaşam öyküsü kitabıyla ile Adalet Ağaoğlu’nun 4 cilt halinde yayınlanan “Damla Damla Günler” kitabı da benzer tatlar taşıyor. Ancak ben Hoca’nın kitabının daha çok çocukluk ve ergenlik dönemine ait anlatılarında Gabriel Marquez’in “Anlatmak İçin Yaşamak” kitabındaki tatları gördüm.
10-15 yaşları dönemi
Okuduğum bir kısım anı, biyografi kitaplarında eğer kişinin inanç dünyasındaki köklü değişim olmuşsa, bunun bu yaşlar aralığında gerçekleştiği anlatılıyordu. Kaldı ki, bu değişimi kendimde de yaşadım.
Aynı duruma Gürsoy Hoca’nın kitabında da rastlayınca, buraya alıntılama gereğini duydum.
Hayatın bu kesitindeki değişimleri yeterince açıklayamıyorum. Bildiğim kadarıyla kimi kişilerde oluşan bu köklü değişikliğin altında çocukluktan ergenliğe geçişin bir kanıtıymış duygusu yatabilir. Aklın sorgulamaya yönelik gelişmesiyle şüphe duygusunun artması, soru sormaya başlaması olabilir.
Dini inancın baskı ve korku atmosferi çocukluğu daha kolay angaje ederken kimi çocukları da bu genel yapının dışına çıkarak bir varlık kazanmak, diğerlerinden farklı olmak yoluyla kendisine bir değer kazandırdığını düşünmek olabilir. Ama hepsinin altında söylenenlerle yaşananlar arasındaki çelişkiye, mevcut durumun eşitsizliğine ve adaletsizliğine karşı bir tepkisellik yatmaktadır.
Kasabanın imamı Parmaksız Yusuf Hoca’nın torunu olan Gürsoy, dedesinin yetiştirmesi altında daha ilk okula gitmezden önce namaz kılmasını, dua ezberlemesini öğrenmiş, Eski Türkçe okuyup yazmayı sökmüş biridir.
Dedenin eğitim yöntemi tamamen ceza ve baskı üzerine kurulmuş. “Tanrı fikri, bütün bu baskı ve eziyetin kaynağındaki cehennem tasavvurundan beslenirdi… Söylenenler …çocuk muhayyelimde Tanrı inancı ya da öteki dünya korkusu adına hiçbir iz bırakmazdı.” (23)
Sen hiç Ermeni oldun mu?
Kişinin zihin dünyasının şekillenmesinde bir olayın, bir sözün, bir bakışın, bir kitabın şu veya bu ölçüde bazı belirleyicilikler taşıdığını her birimiz kendi dünyamızdan biliriz. Kişinin dünyasındaki köklü etkilenmeler daha çok çocukluk ve ergenlik dönemlerinde olur.
Daha küçükken babasının anlattığı Ermeni çocuğu Levon’un öldürülmesi hikayesi Gürsoy’u çok sarsmış.
Hoca’nın ergenliğindeki aksi davranışları ve kimi yalanları karşısında utanç duyması, kendisiyle yüzleşmesi zihin dünyasına olumlu katkılarda bulunmuş.
Fakülteden arkadaşı Yetvart Delda’ya “Geçmişte bir sürü acıklı olay yaşandığını, tek tük tatsız örneklere rastlansa da ayrımcılık, yabancı düşmanlığı gibi ilkelliklerin artık toplumsal bir sorun olmaktan çıktığını düşündüğümü söylediğimde, Yervant’ın buruk bir gülümsemeyle, ‘Sen hiç Ermeni oldun mu?’ diye sorduğunu hiç unutamam.” (170) diyen Hoca’nın olaylara bakış açısı daha bir genişlemiş.
Ülkenin 80 yılına tanıklık
1939 yılından 2020 yılına kadar devam eden bir yaşanmışlığın ve tanıklığın anlatısında ülkenin sosyal, siyasal hayatının bir iz sürümünü görüyoruz.
Çocukluğundan itibaren yaptığı gözlemler ve sorgulamaları, Kars Lisesi’ndeyken müfredat dışında şiir ve roman okumaları ve Kars’ın bölgedeki diğer şehirlere göre sola açık yapısı, Gürsoy Hoca’nın solcu oluşunu belirleyen koşulları oluşturmaktadır.
Gencay Gürsoy’un dünyası bir doktordan çok fazlasını içeriyor. Bunu derken, yalnızca küçüklüğünden itibaren şekillenen siyasi dünyasını kastetmiyorum. Hoca’nın bunlardan da önce gelen yanı, insani bir kişiliğe sahip oluşudur.
Siyasal mücadeleyle tıp mesleğindeki bilimsel faaliyetlerini birlikte yürüten Hoca, Norveç’teki rahat koşullara sahipken 1970’lerin o kaotik Türkiye’sine dönmüştür. Bunda ülkeye karşı bir borç duygusu etkisinin olduğunu belirten Hoca, bunun bizden önceki kuşaklarda sıkça rastlanan özel bir ruh hali olduğunu gördüm diyor. (329)
Kitapta her şeyden önce bugüne baktığımızda dünün Türkiye’sinde özellikle gençlerin geleceğe dair daha bir umutlu olduklarını, kendilerini daha bir güvende hissettiklerini, umudun yoksunluğa galebe çaldığını görebiliyoruz.
1970 yılında ilk çocuğunun doğumu üzerine Hoca şöyle yazıyor: “O zamanlar dünyanın da Türkiye’nin de geleceği bugünkü kadar iç karartıcı olmadığı için, çocuk sahibi olmak o kadar ürkütücü değildi.” (275)
Neoliberal politikaların kıskacında olan ve postmodernizmin buharında hakikat yitiminin yaşandığı bugünkü dünyanın ve sevgili Murathan Mungan’ın “Türkiye’de her şey olabilirsiniz ama, rezil olamazsınız” deyişinin yaşandığı, özgürlüğün, yaşama sevincinin ve umudun sokulduğu tabuta iktidar eliyle çivilerin çakıldığı ülkemizin bugünkü koşullarında evlilik ve çocuk sahibi olmak…
Okunması keyifli bir kitap ama, aynı zamanda acı duyarak okudum. Geçmişe yolculuğa çıkaran satırların bildiğim ve yaşadığım bölümleri bir film şeridi gibi gözümün önümden geçti.
İdealin, umudun, sevginin ve şiddetin sarmalında bir dünya ve tarihte egemene, zorbaya itiraz kültürünün devamlılığını sağlayan tarihsel akıştan bir kesit. Ve öyle ki, böylesi sistemler var olduğu sürece bu akış devam ediyor, edecektir de!
Türkiye, kitaba konu olan 70 yıllık döneminin kaç yılında gün yüzü görmüştür? Darbeler, çatışmalar, ölümler, faili meçhuller, diktalar, talanlar, yalanlar, adaletsizliğin ve hukuksuzluğun sınır tanımazlığı ve tükenen ömürler…
Gürsoy Hoca’nın yer yer Sisifos benzetmesi, kuşaklar boyu solun serencamı için isabetli olmuş.
Hocam iyi ki yazmışsın
Anı, biyografi kitaplarına dair yukarıda belirttiğim nedenlerden dolayı belli bir mesafe taşısam da bütün bu kitap ve notları önemsiyorum. Kitapla okur arasındaki mesafe, okurun kitapta bulduklarıyla ilgilidir. Gerek Gürsoy Hoca’nın gerekse okuduğum kimi anı kitaplarıyla aramdaki mesafenin alabildiğine daraldığını gördüm. Bunun başlıca nedeni yazarın taşıdığı özgüvenin, samimiyetin, özeleştirinin ve dahası hayata dair olabildiğince objektif bakışın kitaba yansımasıdır.
Kitap 1940’lardan günümüze bir Türkiye panoraması çiziyor. Ancak bu geniş açılı bakışla kalmıyor ve kitap boyunca topluma ve insana dair daha yakından, içeriden bakış ve tahlillere yer veriyor. Bu anlamda kitap bir Türkiye sosyolojisi ve siyaseti üzerine bolca desenlere, renklere sahip.
Gürsoy genç bir doktor olarak mecburi hizmet görevini yerine getirmek için taşraya, Bitlis’in Adilcevaz ilçesine gönderilir. Kitabın bu bölümünü okurken Mihail Bulgakov’un “Genç Bir Doktorun Anıları” kitabındaki anlatıları ile Hoca’nın anlatıları arasındaki taşra hayatının benzerlikleri, genç doktorların idealleri ve bu ideallerin düzenin gerçekleri karşısındaki parçalanışı görülüyor.
Andre Gide “Anı yazmak, ölümün elinden bir şeyler koparmaktır” der.
Yazılmamış her anı, kaybolmuş bir yaşam demektir. Ölümün elinden kurtarılan her şey, geleceğe bırakılmış bir miras ve dolayısıyla yaşama şu veya bu ölçüde bir katkıdır.
İyi ki yazmışsın Hocam.
Eline, yüreğine sağlık.
Sonuç yerine
Bu ülkede özgürlük, eşitlik, adalet ve demokrasi talep edenler, emeğin hakkını savunanlar; kısacası sol muhalefet, devletten ve onun makbul vatandaşlarından sürekli zulüm gördü. Hoca anıları ve tanıklığı yoluyla bu serencamın 60 yıllık döneminin kronik özetini yapıyor.
Bir diğer sonuç ise, kitabın arka kapağında da yer alan Hoca’nın ahvalimize dair yaptığı tespit ve sunduğu görüş açısıdır. Ve bu görüş aynı zamanda “bir dönem üç hayatın” sonuç paragrafıdır.
“Çıplak bir gerçek var karşımızda, gezegenimizde yaşamın sürdürülebilmesi ve insan sağlığının barbar piyasa ahlâkına teslim edilmemesi için, eşitlikçi, katılımcı, çevreci, dayanışmacı, barışçı bir iradi müdahale kaçınılmazdır. Bu, artık sosyalistlerin siyasi mücadele perspektifi olmasının çok ötesinde, insanlık için bir varoluş sorunu haline gelmiştir.”
NOT: Gençay Gürsoy Hoca’nın maceracı, gezginci, meraklı yaşamına imrendiğimi belirtmesem, sanki bu yazı eksik kalırdı.
(HŞ/EMK)
*Gencey Gürsoy, Bir Hayat Üç Dönem, İletişim Yayınları, İstanbul, Temmuz 2021, 526 Sayfa