Acı haber tez ulaşır derler ya, lanet olsun, doğruymuş. Canımız ciğerimiz Metin Göktepe’nin katledildiğini öğrendiğimde, zaman adeta durmuş, sanki başımdan aşağı kaynar sular boşaltılmıştı. Ölüme dair havadisler, bizler peşine düştükçe haberleşecekti, işimiz buydu, çok ağırdı, harbiden ağırdı, büyük acıları yazıya dökmek, fotoğraflarını çekmek, anlatılmaz, yaşanırdı. Ancak bu bambaşkaydı, bir cezaevi isyanı ertesinde, önümüzden sedyeyle geçen ve son güçleriyle zafer işareti yapmaya çabalayan, yaralı siyasi mahkumların fotoğraflarını çekerken, gözlerimizi vizörden kaldırıp, o hengamede bir an bakıştığın, onun duygu ve düşüncesini, ne hissettiğini, zulme öfkesini, konuşmadan da anlayabildiğin bir insanın artık olmaması…
Evet, arkadaşımızı ve meslektaşımızı, ömrünün baharında yitirmenin acısıyla ve elbette hayat dolu bir adamın, artık yaşamıyor oluşunun tarifsiz şaşkınlığıyla, resmen sersemlediğimiz o uğursuz günün üzerinden 20 sene geçmiş, oysa dün gibi aklımda. Dün demişken, Türkiye Gazeteciler Sendikası’nın açıklamasında, “Dicle Haber Ajansı Silopi muhabiri Nedim Oruç’un, toplama kampı olarak kullanılan Yenişehir Mahallesi Kapalı Spor Salonu’na götürüldü. Görgü tanıklarının anlatımına göre Oruç, burada işkenceye maruz kaldı ve zırhlı bir araca bindirilerek kaçırıldı.” Sonrasında tepkiler çoğaldı, acil mesele meclise taşındı, Nedim’den haber alınabildi. Genç gazeteci, elbette muhalifliğinin bedeli, tutuklanarak cezaevine konuldu. Eyüp Kapalı Spor Salonu’ndan, Yenişehir Mahallesi Kapalı Spor Salonu’na, yani 20 senede, devlet mesaisinde, pek de bir şey değişmemiş, kısmen mutlu son haricinde.
Hemen her genç gazeteci, toplumsal olayların peşine düşmek ister, meydanlara çıkmayı arzu ederdi, iyi bilirim. Lakin zordu, işten öteydi, bir meslekten fazlaydı, sürekli tehdit edilmeyi, gerekirse bedel ödemeyi göze almak gerekliydi. Polisten bir tokat yediği için, korkusundan 15 gün işe gelmeyene ve devamında ben bir daha alanda görev almam diyene de şahit oldum, cop yağmurunda, pert olmasına karşın, ertesi gün yaralarını sarıp, seke seke yeni bir eyleme gidene de… Birilerini küçümsemek, diğerlerini yüceltmek değil mevzu, çünkü durum, gayet insani, sigortasız, üç kuruşa sövülmek, dövülmek, sadece herkesin harcı değil, o kadar. Metin, bu haberi, mutlaka ben takip etmeliyim diyen, ezilen ve örselenen kim varsa, peşine düşenlerdendi. Geçin o tarafsızlık afra tafrasını, ezberlenmiş saçmalık o, güçlü ve haksız yerine, salt güçsüz ve haklıdan yana taraf olmak vardır, bu adanmışlığın mayasında… Belki fraksiyonlarımız farklıydı, ama benzer şeylere, iyilere, güzelliklere inanıyorduk, gençtik, umuduz taptazeydi, enerjimiz dipdiriydi.
O, Gerçek dergisindeydi, Evrensel’e daha vardı. Hiç unutmam bir gün, Beyazıt’ta toplanmışız, eylem saatini bekliyoruz, kışın etkisi yeni başlamış, çay içerek ısınmaya çalışıyoruz. Bir arkadaş, bana döndü, ciddi ciddi; “Postalın, haki montun, hadi tamam, ama arkadaş, o kızıl atkı nedir ya, aynasızlara, biz buradayız diye haykırıyorsun, yerimizi işaretletiyorsun resmen” Güleç Metin, kahkaha attı, “dur” dedi berikine, “Sen daha yenisin, bu atkı, Alper’e yapıştı. Aman çıkartmasın, atkısını, şimdi çantasına atarsa, işte o vakit şüphelenirler, bunlar bir iş mi çeviriyorlar diye, adamların ezberini bozmayalım” Tartaklanacağımız zaten malum idi, mesele de değildi, eylem saati gelmişti, Metin, masadan kalkmadan kulağıma eğildi, “Yeni arkadaşta olsun gözümüz, aramızdan almasınlar” İşte öyle bir şeydi, haberi toplamak yetmezdi, meslektaşını da kollamak gerekliydi.
Bir gün üniversite bahçesinde oturuyoruz, sivil polisleri gösteriyor Metin ve ardından; “Öğrencilerden daha çok okula geliyorlar, kaytarmaları yok, devamsızlıkları yok” diyor. Aslında onların da öğrenci olduğunu söylüyorum, “Nasıl yani” diyor. Biz de emir kuluyuz üniversitesi, beyler, kimlikleri görelim fakültesi, derdini karakolda anlatırsın bölümü öğrencileri işte bunlar diyorum, bizimki kıs kıs gülüyor.
Nice yaşanmışlık var, tehlike altında sınandı resmen arkadaşlığımız. O, sol bir dergide, ben günlük bir gazetede çalışıyoruz, ikimizin de sarı basın kartı yok, ancak benim kurum, adı yüzünden, gücü yüzünden koruyucu bir kalkan gibi, Sirkeci’den Cağaloğlu’na mı çıkacağız? Metin gelir koluma girer, hadi Alper, çıkar bizi bu cendereden der, sivil polislerin nefret dolu bakışları altında, cesur ama sakına sakına tırmanırdık yokuşu. Nasıl unutabilirim mesela, İstanbul Üniversitesi’nin merkez kampusunda, fotoğraf makinelerimizi görmelerine ve polise rağmen, ülkücülerin bizi kovaladığı günü. Solcu gençler yardımımıza koşmuştu hemen. Metin minicik bir adam, ben sırık gibiyim. Koşuştururken hep arkada kalıyor. O yüzden takılıyor; “Bacaklar uzun tabi, can havliyle nasıl da kaçıyorsun. Çıkardığın toz bulutu yüzünden, boğulacağımı sandım bir an.” Benim yanıt hazır; “Yok be canım ne kaçması… Sadece geri çekiliyordum.”
Birkaç sene evvel, 90’lar kitabı için yazmıştım, Metin Göktepe ile tanışıklığımız 1993’e dayanıyor, üç yılımız daha var önümüzde, nereden bileceğiz. Birlikte fotoğraflarımız yok, genciz, hatıralara değil, yaşanacak güzel günlere inanıyoruz diye. Şimdiki zaman çılgınlığı olan selfie, yoktu ki hayatımızda, yanımızda makaralar, manuel makinalar, çektiğini anında görmek yok, karanlıkta banyo yapması gerekiyor, kuruması gerekiyor, karta basılması gerekiyor, belki de vardır arşivlerde, çektiğimiz sonsuz kareler içerisinde… Kim bilir.
Gerçek Dergisi, nihayet Evrensel Gazetesi’ne çevriliyordu. Bir akşam vakti, Metin, Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki bürosuna, çayımı içmeye gelmişti. İş teklifi yapmıştı ayaküstü. Yeni açılacak gazeteye çağırmıştı beni. Kadrosuz çalışıyordum, kadro sözü bile vermişti. Düşündüm taşındım, sonra “Hayır” dedim. Ama aklın kalmasın, yıllar sonra Evrensel’in pazar ekine yazdım bir süre, haberin olsun.
20 sene önce toplumsal muhalefetin yükselişinin son kertesiydi, o dönemde de vardı kamplaşma, amenna. Ama bugün olduğu gibi değildi, dayanışma ve yardımlaşma çok daha güçlüydü. Oysa şimdi, hemen herkesin kendi kampları sınırları dahilinde özgür olabildiği, kendi genç ölülerine ağıtlar yakıp, ötekileştirdiklerinin cansız bedenlerini görmezden geldiği, hayli acımasız ve harbiden tarifsiz süreçteyiz. Gazeteciler, işten atılıyor, cezaevlerine atılıyor, batıda olanlara daha çok ses çıkartılıyor, doğuda olanlara daha az… Metin’in ardından gelişen gazetecilerin birlik olma halinden, eser yok şimdi. Hiç unutmuyorum, Metin’in ilk anmasında, orada bulunmalarına şaşırdığım, görüşleri ve fikirleri tamamen zıt olan gazeteciler vardı, hoş geldiniz demiş, sonra sormuştum, hayırdır? “Biz de muhabiriz, aynı meydandayız, gazetelerimiz farklı olabilir, görüşlerimiz uyuşmuyor olabilir. Ancak biz, bizim gibi soğukta üşümüş, sıcakta terlemiş, yağmurda ıslanmış meslektaşımız için buradayız” İnsan olmanın güzel hasletleri vardır, vardı, geçen 20 yılda, işte onlar giderek azaldı, azalıyor, ne yazık ki. (AT/EA)