Şeker Bayramı'nın ikinci günü, 10 Eylül Cuma akşamı, hayatımdaki en önemli insanlardan birini, anneannemi kaybettim. 13 yıldır cebelleştiği hastalığına yenilerek dünyaya veda etti. Bu kahredici haberi, onun son nefesini verdiği memleketimden, Tatvan'dan kilometrelerce uzakta, bir akşamüzeri, tam da başka bir arkadaşıma onu anlatırken öğrendim.
Çok sevdiğim bir arkadaşımın telefonu ile belki de yıllardır, hatta ömrüm boyunca düşünmekten ısrarla kaçtığım bir ihtimalin gerçekliğiyle yüzleştim.
Günlerdir çok anlamadığım bir halet-i ruhiyenin içindeyim. Zira ilk kez bu kadar uzakta, -hadi dramasını da yapayım- gurbet elde baş etmek zorunda kalıyorum böylesi acı bir durumla. Ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim bile yok. Bir yanım gizliden gizliye suçluluk hissiyle haşır neşir, bir yanım sanki ölen benim anneannem değilmiş gibi yapıyor. Aklım da kalbim de gidip geliyor bu iki hissin arasında.
Annemden öğrendim...
Anneannem son günlerinde artık hastalığının verdiği korkunç acıyla kıvranıyormuş. Annem telefonda söyledi. Bu bilgileri uzakta olduğum ve üzülmemi istemedikleri için günlerdir benden saklamışlar ancak neredeyse haftalardır inim inim inleyen "dağ gibi" anneannem son haftalarda artık dünya ile bağını kesmiş, rahmetli dedemin adını sayıklayarak dolduruyormuş kredisini. Bunu da annemden öğrendim.
Bu olan bitenden habersiz, tuhaf bir huzursuzlukla neler olup bittiğini anlamaya çalışırken öğrendim bunları. Şimdi, hakkıyla ona veda edememiş olmanın, son günlerinde yanında olup, elini tutamamanın tutuşturduğu kızgın bir ateş yanıyor içimde. Tarifi namümkün...
Bu satırlarla kendisine veda etmek istiyorum. Elimden ne yazık ki, şimdi ve burada başka hiçbir şey gelmiyor.
Hayatımdaki en önemli üç kadından biriydi. Bu üç kadından oluşan ağacımın kökü yine oydu. Annem ve kardeşimle birlikte çevresinde döndüğüm canım anneannem, acı, korkunç, can yakıcı hikâyelerimin "kurtarıcı meleği", içinde yaşamak zorunda olduğum maço dünyadaki tek çıkış kapısıydı yıllarca. "Onlara" benzemediğim için canımı acıtmakta hiçbir beis görmeyen, sözde aynı kanı taşıdığım "akrabalarımın" bana uzanan elleri ve dillerini, bedenime saplamaya çalıştıkları zehirli oklarının önüne kendini atmaktan bir an bile çekinmeyen, ömrü hayatında beni, ilk torunu olmamın da etkisiyle hep ayrı bir yere koyan şahane bir kadındı. Ve ne yazık ki onun da hikâyesi, bu ülkedeki birçok kadınınki ile benzer, fedakârlık ve kendinden vazgeçişlerle dolu idi.
Genç yaşta evlenen, güzelliği nedeniyle dedemin insan içine çıkartmaya çekindiği, bu nedenle vaktinin çoğunu evinde geçirmek durumunda kalan anneannem "iyi bir ev kadını", "sadık bir eş" olmanın yanı sıra, dokuz çocuğuna da iyi bir anne oldu. Bunu istedi mi bilmiyorum. Hiç konuşmadık bu konuda. O konuşmak yerine hep "yapmayı" ve "olmayı" seçmişti.
Çok genç yaşta kalp krizi nedeniyle vefat eden dedemin ardından, içine düşen ateşi söndürmek için kendisini çocuklarının mutluluğu için feda etmiş, onların sorunlarına çözümler bulmak için çabalamıştı. Sonra çocuklar teker teker büyüdü. Onlar büyüdükçe sorunlar da arttı. Mutsuz evlilikler, ekonomik problemler, sağlık sorunları derken, benim güçlü anneannem bir kez bile "ah" demeden hepsine yetişti, yetişmek için çabaladı durdu.
Direnmediğini düşündürdü hali...
Kendine ait bir hayatı olamadı. Olmasını istedi mi ondan da emin değilim. Ama işte, tüm bunların sonunda, hiçbir zaman tam olarak ne olduğunu anlamadığım bir hastalığın pençesine düştü. Beyaz cevher denilen bu hastalık onun bütün enerjisini, hayata dair motivasyonunu gün be gün emdi, onu takatsiz, kendi başına hiçbir şey yapamayan birine dönüştürdü.
Gidilmedik hastane, görülmedik doktor, kullanılmadık ilaç kalmamasına rağmen ne bunlar fayda etti ne o hastalığıyla mücadele etmek adına bir şey yaptı. Sanki olanı baştan kabul etmiş, teslim olmuş gibiydi. Hep hayat karşısında çok yorgun olduğu için koyverdiği, direnmediğini düşündürdü hali, tavrı bana. Hiçbir şey demedim. Tüm bu hengâmenin içinde, o lanet hastalık ortaya çıktıktan sonra geçirebildiğimiz kısıtlı zamanlarda etraftaki herkesin gürültüsünün içinde kulağıma fısıldadıkları şimdi çınlayadursun, ne kadar yalnız hissettiği hakikati en çok canımı acıtan kısmı. Kimsenin onu dinlemediğini, anlamadığını düşünüyor, etrafında kendisine yardım etmek, acısını hafifletmek için çırpınan herkesten yoruluyordu. Çok gürültü oluyordu etrafında belki ama konuşan yoktu. Kim bilir...
Beni anlamak için ilk çabalayanın oydu
Yanında olamadığımda yaptığımız kısıtlı telefon konuşmalarının hepsinde bana tek bir şey söylüyordu: "Seni çok özledim." Şimdi ben, bu kulağımdan gitmeyen sesiyle onu çok ama çok özlüyorum ki lanet hayat işte, ne yaparsam yapayım bu saatten sonra hiç kâr etmeyecek. Bu, selin ardından kalan kum kadar gerçek.
Neden bilmem, başımı dizine koyduğum ve tek kelime etmeden saatlerce saçımı okşadığı o uzun memleket gecelerinde hep, beni ilk anlayanın, beni anlamak için ilk çabalayanın o olduğundan adım kadar emindim. Beni sevmesi, sevgisini her daim hissetmemi sağlamasının yanı sıra ömrüm boyunca aldığım en güzel hediyeyi de o vermişti; bana güvenmiş, ne olursa olsun beni sevmiş ve ben üniversiteye gittiğimde, gazeteci olduğumda ya da herhangi bir şey yaptığımda benimle ilk gurur duyan yine o olmuştu.
Büyüdükçe, herkesin parmağıyla gösterdiği biri olurken, elini, beni korkutmak, yermek, aşağılamak, ötelemek, benimle dalga geçmek için değil, aldığım her nefesle ve yaptığım her ne ise onunla gurur duymamı göstermek için uzatmıştı.
Sonra ona annem ve kardeşim de katıldı. Ve erken yaşta cebelleşmek zorunda kaldığım ne varsa bu üç şahane kadın sayesinde üstesinden gelmiştim. Hâlâ da onlar sayesinde oluyor ne oluyorsa...
Güzel ölmüş...
Ölüm haberini aldığımda annemi aradım, teyzelerimle konuştum. "Anneannen çok güzel öldü. Dualarla uğurladık, son nefesini huzurla verdi." dedi teyzelerimden en küçüğü. Niyesini hiç anlamayacağım bu sözler içimi serinletti. Birinin, hele ki sevdiğiniz birinin "güzel ölmesinin" size iyi gelmesi çok tuhaf. Tuhaf ama insan bunu duyunca ister istemez tutunmaya çalışıyor. Zira yaşadıklarını, son 13 yıl çektiği acıları düşününce, son anında hissettiği şeyin huzur olması -bencilce belki ama- işte iyi hissettiriyor.
Hayatım boyunca ne yaparsam yapayım hakkını ödememin mümkün olmadığı anneanneme veda edemedim. Annemle yaptığım bir konuşmada -haberim yoktu ama o esnada çok kötüymüş- anneannemle konuşmak istedim. Annem "Şimdi olmaz." dedi. "Selam söyle." dedim, söyledi. Annemin dediğine göre, günler sonra ilk kez bir şeye tepki vermiş, başını sallamış.
Bu anı göremedim ama bilmek bile onun için ne denli mühim olduğum hissini, kuzenlerimin ve hatta kardeşimin bile kıskandığı ilişkimizin ne denli gerçek olduğunu anlamamı sağladı bir kez daha. Bir kez daha ben kendimi şu hayatta, 30 yıllık ömrümde şanslı hissettim. Onun torunu olduğum, onunla zaman geçirebildiğim, enfes yemeklerini yiyebildiğim, anlattığı hikâyeleri dinleyebildiğim, onun başıma döktüğü suyla yıkanabildiğim ve daha bir dolu şey için hayata teşekkür ettim.
Benim güzel anneannem
Benim güzel anneannem, yasemin çiçeği kokan, ömründe bir kişi hakkında dahi kötü söz söylememiş, kimsenin arkasından konuşmamış, hayatından vazgeçerek dokuz çocuk büyüten, ben ve kardeşimin okuması, koca şehir İstanbul'a gelmemizin ardından "uzaklarda" kimse bizi ezmesin diye taa oralardan koruyan, kollayan şahane kadın...
Birinin ölümünün ardından söylenen hiçbir şeye çok itimat edemesem de sana hakkıyla hoşçakal diyemesem de, eğer ki insanlar haklı ve ölenler bizleri bir yerlerden görüyor ve duyuyorsa; bil ki seni hep çok sevdim. Ve ömrümün sonuna kadar da bu hissin değişmeyeceğini bilmeni isterim. Nereye gittiysen, umarım ki bu kez, en azından bu kez başkaları için değil, kendin için nefes alıp verme şansın olur.
Ben, senin "ilk göz ağrın", bir gün Tatvan'ı tepeden gören mezarına bir dolu hikâyeyle geleceğim ve yıllarca konuşamadığımız bir dolu şeyi o zaman konuşacağız. Bu kez daha açık, dolaysız... Umarım ve eminim ki sen benimle yine gurur duyacak, yine beni kucaklayacak ve bağrına basacaksın. Ve söz elimde yasemin çiçekleri de olacak...(BÇ/EÖ)