“…Öyle bir hayal ecesisin ki her yer sensin.
Usul usul dökülen mimozalar, azalan limon çiçekleri,
ayaklanan hanımeliler, deniz yaprakları,
gülen güneşler, rayiha bahçeleri, bulutlu rüzgârlar…”
Şükrü Erbaş
Bir gülüşe hürmetini anlat deseler, sonbaharın heybetine direnen ağaçların bulutlara kiracı, rüzgara inatçı dallarının salınışına bakın derim. Yaprağın yere düştüğü ana ait izi bir kaldırımın kenarında bölünmüş taştan sorun. Yağmurun damlasını, pencerenin kenarındaki sessizliğinden tanıyın. Sokakta oynayan çocukların sesine karışan yalnızlığınıza dokunun. En son ne zaman uçurtmanın ipinden tutup kendi özgürlüğünüzü maviye çaldığınızı düşünün. Hangi kitabın cümlesinde soğuttuğunuzu anımsayın isterim sığınamadığınız kovukların boşluğunda salınan kırgınlıklarınızı.
Bir gülüşe hürmetini anlat deseler, diğer teki kaybolan eşyalarınızdan sorun derim geçmişin özlemini. Bir küpeyi, bir tokayı... Vazoda kurumuş tek çiçeği, yerdeki tek yaprağı, koparmaya kıyamadığınız ve fakat yazmaya da kalemi ikna edemediğiniz o defterde kalan tek sayfayı, masanın üzerine ters çevirip koyduğunuz kitabın ucunda kalan henüz okunmamış tek cümleyi, kalemliğinizde yazmadığı cümlelere tasalanan tek kurşun kalemi... İçinden konuşan kahramanlarınıza tek tek dokunun. Çekmecelerinize diğer teklerini saklamadan önce bir ince şefkati hakeden teki düşen küpenin düştüğü zamanın hikayesini, tek kalan tokanın yerleşeceği saçın tazeliğini anımsayın. Hangi sözü incitemediğiniz için sustunuz bunca zaman hatırlayın. İlk gençliğinizin tecrübesizliklerine baba sözü değmesin istediğinizden annenize anlattıklarınızın mahcubiyetine bırakın omzunuzda ağırlığınca taşıdıklarınızı, ilk aşkınızdan avuçlarınıza kalan fesleğen kokusunu duyumsayın, babaanne evinin bahçesinde hiçbirinin hatrı incinmesin diye sevdiğiniz çiçeklere isim verişlerinizin şenliğine karışın. Evinizin kapısını açtığınızda yorgunluğunuzun gölgesine konuşan duvarların saklandığınız yerler olduğunu düşünün. Nefeslenin.
Bir gülüşe hürmetini anlat deseler, geçip giden günlerin hoyrat yoksunluklarından her ne varsa böyle içinizden sayıklayıp kalbinizde titrettiklerinizden mesul, Adile Naşit’dir adı, unutmayın dilerim. Akşamın karanlığına çektiğiniz perdelerin ardında kalanlara yıldız olan hayallerinizin ışığı, bildiğiniz sokaklardan geçerken aydınlık bir sevinç, bilmeden kaybolduklarınıza açılan ferah mahallelere kalabalık: Adile Naşit… İyimser çocuk düşlerinizin dinlendiği o hünerli salıncak. Belki tıpkı şairin dediği gibi: “Gözleri, binlerce görüntüden menevişler almış bir zenginlik.” Kaç filmini izlerken kanatları telaşlı kuşların sesini duydunuz? Önemsemediğinizde adına hayat denen zamanın kirpiğine düşen yaşları silen mendilin yumuşaklığına kaç defa dokundunuz? Onunla hep neşenin baharında buluştunuz, düşünsenize ne büyük şans. Kendi ismini, bir serçenin tedirginliğiyle, olması gereken başka bir isme emanet eden kederli sevinçlerin toprağı Adele’nin dilinin kenarında birikenleri dinleyen oldunuz. Denizlere sustuklarının cümlesi, bahçelere ektiklerinin umudu, kaybettiği çocuğunun ıssız bıraktığı kucağının sıcaklığı… Kaç defa kucaklaştınız anımsayın. Çocukluğunuzun kaç pazarı, gençliğinizin kaç sıkıcı akşamı, yetişkinliğinizin kaç yalnız gecesi onun gülüşüyle güneşlendi? Hiç başrol oynamadan koca bir hayatın dünyası olmanın gücü nasıldır ondan bilin. Adile Naşit… Onyedi yaşındaki fotoğrafının sararmış tazeliğinde bile ömrüne zorluk olan yaşanmışlıklarının büyüttüğü bir gümüş kadın.
Bir gülüşe hürmetini anlat deseler, Adile Naşit adını rengarenk avlulu bir şiirin dizesine, sonbahar esintisinin türküsüne veririm derim. Hafize Ana’nın Hababam Sınıfı’nı, Emine’nin Aile Şerefi’ni Melek’in Bizim Ailesi’ni, Mesude’nin Sev Kardeşim’ini, Binnaz’ın Çapkın Hırsızı’nı, Zehra Anne’nin Bitirimler Sınıfı’nı, Makbule’nin İşte Hayat’ını, Adile Hanım’ın Tosun Paşa’sını, Sakine Ana’nın Kibar Feyzo’sunu, Ebe Hatice’nin Sultan’ını ve daha nicelerini biten kışların bahar tebessümüne eklerim. Sonra hepimize düşer aklım… Hepsi birer kuzucuk olan çocuk masumluğumuzun kalbinden öper, karanlığından yolumuzu el yordamıyla bulmaya çalıştığımız hayatın nezaketsizliğine turuncu bir zarafet eklerim. Bir gülüşün hürmetini anlat deseler, iki kelimenin heybetine koca bir insanlığı emanet ederim: Adile Naşit… (FD/EA)