Neden çocuklar dağa çıkıyor? Aslında kapsamlı, pek çok açıdan analizi yapılabilecek bir soru. Ben sadece gördüğüm yaşadığım kadarıyla bulunulan duygusal-düşünsel atmosfere dair birkaç şey belirtebilirim.
Biz çocuk olarak tanımlıyoruz (18 yaş ve altı) ama dağa giden bu insanlar kendilerini çocuk olarak görmüyorlar ki! Bilirsiniz insanlar on dört, on beş yaşından itibaren kendilerini çocuk olarak görmezler. Önemli bir eşiktir. Arayış içinde olunan, ‘bir şey’ olmak istenilen bir dönemdir.
Türkiye barındırdığı pek çok çeşitliliğe, farklılığa karşın oldukça çalkantılı, sorunlu bir toplum. Sağcısı, solcusu, liberali, sosyal demokratı, dincisi, tarikatçısı vs. Çocukluktan çıkarken mutlaka bunlardan birinin etkisinde oluyor insanlar. Dağa giden de dağın, devrimciliğin, gerillanın etkisinde oluyor. Bu kadar basit.
Ben de belki çocuk sayılabilecek bir yaşta dağın yolunu tutanlardan oldum.Tabi ne o zamanlar ne de sonrasında kendimi çocuk olarak görmedim, görülmedim de. 16'sında, 17'sinde pek çok arkadaşım vardı. Biz çocuk değil de çok genç katılımlar olarak adlandırırdık.
Devrimci cenahta katılan birine çocuk demek, bu gözle bakmak hoş görülmez. O insan da buna müsaade etmez, kızar. Zira inanarak gelmiş, ciddi bir işe kalkışmıştır. Ona çocuk demek bir nevi hakaret etmek, küçük görmek anlamına gelir.
Burada önemli bir parantez açmak isterim. Evet dağa gelene çocuk değil de genç deniliyor, saygı duyuluyor. Bunun yanında yaşının küçüklüğü baz alınarak ona göre konumlandırıyor. Mesela çatışma alanlarından, yine ağır, yorucu eğitim ve işlerden uzak tutuluyorlar. Kendi yaşıtlarıyla kaldıkları yerler oluşturuluyor.
Yani yaşına uygun imkanlar yaratılmaya çalışılıyor. Ben ordayken öyleydi, şimdi belki daha da geliştirmişlerdir. Malum dağ koşulları zordur her şey gönlün istediği gibi ayarlanamıyor. Buna rağmen her geçen gün daha fazla imkan yaratılıyor.
Şimdi yaklaşım bu iken devlet ne yapıyor; “sen çocuksun” diyor, dalga geçiyor, fikirlerin, inançların küçümseniyor, kandırılmışsın diyor vs. Bununla beraber gösterdiği yaklaşım ise bir çocuğun aklının alamayacağı denli korkunç oluyor.
Neden, nasıl?
Ben ilk yakalandığımda Diyarbakır JİTEM'de ikide bir yaşım soruluyor, çocuksun deniliyor ama ardından korkunç işkenceler yapılıyordu. Daha on yedisinde, on sekizindeyim. Bırakalım her şeyi, bir insanın bir insanın canına böyle zulmetmesini aklım almıyordu. Zaten bu olaydan sonra gittim. Şimdi iki yaklaşım arasındaki farkı siz değerlendirin.
Ben Maraş’ın Alevi Kürtlerindenim. Alevi bilinci daha ön plandadır bizim oralarda. Kürtlüğümüzü hiçbir zaman inkar etmedik ama dilini, kültürünü bilmiyorsun, inkar etmemişsin ne fayda. Birçok şeyin bu mücadele içerisinde farkına vardım. Kürtçeyi de sonradan öğrendim.
Bizler daha çok Denizler’e, Mahirler’e, Kaypakkayalar’a yakılan ağıtlarla, onların hikayeleriyle büyüdük. O dönemin devrimcileri bizim oralardan çok geçmişler. Dolayısıyla devlete muhaliflik hamurumuzda, devrimciliğe sempati ise çocukluğumuzdan beri var.
İlk katılmak istediğimde 14-15 yaşındaydım. Ama nasıl gideceğimi bilmiyordum, kaldım o zaman. Devrime zaten çok genç yaşlarda katılıyor insanlar. Mesela ordayken bir iki kişi gelmişti, 23-24 yaşlarında. Bunlar niye gelmişler ki bu yaştan sonra diye düşündüğümü çok iyi hatırlıyorum.
Bizler (ki çoğunluğu kastediyorum) 24-25 yaşımızı göreceğimize inanmıyorduk. Çok fazla büyük geliyordu bu yaşlar. 20-21 olduğumuzda utanıyorduk yaşadığımızdan. Zira 20’sine varmadan yitirdiklerimiz o kadar çoktu ki…
O yaşlarda insanın zaman algısı da farklı oluyor tabi. Bir yıl dahi büyük bir zaman dilimi olarak algılanıyor. Dolayısıyla ben biraz daha büyüyüp, olgunlaşıp öyle gideyim diye düşünmüyorsun. Aksine geç kaldığını düşünüyorsun geçen her günle.
Gitmeden önce hem çalışıyordum, hem de açık öğretimde okuyordum. On altı, on yedi yaşlarındaydım. Ancak şimdi dönüp baktığımda henüz çocuk olduğumu görüyorum. Bunun dağa gitmekle alakası yok. İçinde bulunduğun toplumda da çocuk değilsin zaten.
Çocuk olmanın bazı kriterlerinden ve de haklarından bahsedecek olursak bunların yaşadığımız toplumda olmadığını da üzülerek belirtmek zorundayız. Bizim toplumumuzda erken büyüyüp olgunlaşıyor insanlar.
15'inde...
15'inden sonra, varolma, kendini konumlandırma arayışı başlıyor. Toplumsal sorunlara karşı hassas yaklaşıyorsun. Birinin bir yerde burnu kanasa derinden üzülüyorsun. Devrimci bir etkileşim içindeysen eğer en radikalinden buna cevap olmak istiyorsun.
Haksızlık, eşitsizlik vs. tanımlarını aşıyor bizzat yaşadıkların veya görüp, duydukların. İnsanlar, gençler, “çocuklar” öldürülüyor. Oturup kendin için bir geleceği planlamak, kendi yaşamına bakmak utandırıyor insanı. Bir şeyler yapmak, buna karşı ben varım demek istiyorsun. Sonuç; kendini dağda (veya zindanda) buluyorsun.
Çocuklar (gençler) neden dağa çıkıyor deyip gerçekten bununla ilgilenenler bunu yaratan koşulları öncelikli sorgulamak durumundadır.
Yoksa aç çocuğun neden ekmek çaldığını sorgulamaktan farksız olur. Zira çocuk kandırıldığından değil, aç olduğundan çalmıştır. Başka bir çocuk dağa çıkmıştır çünkü toplumsal, sosyal duyarlılığı onu oraya götürmüştür. Alternatif orasıdır.
Başka bir deyişle “yüreğinin götürdüğü yere” gitmiştir. Kürt ve Kürdistan meselesinin artık çok iyi bilindiğini baz alarak değinmiyorum. Okuyarak doktor, mühendis, gazeteci, avukat, hakim olabilecekken çok rahat, veya farklı şekilde çalışıp hayatını kurabilecekken haksız yere öldürülen insanların, çalınmış hakların peşinden gitmenin gururu, onuru o yaşlarda inanın daha fazla hissediliyor.
Kanın sıcaklığı deniliyor ya, öyle. Canı canan’ı da erken gözden çıkarıyor insan o yaşlarda giderken dağlara. Zorlanmıyor mu? Çok pek çok zorlukla başbaşa kalıyor. Kimileyin geride bıraktıkları, kimileyin yeni mekan ve koşulların zorluğu. Ama bunları dillendirmiyorsun bile.
Dağ değil de başka yollardan mücadele edeyim diye düşünmüyorsun çünkü toplumda çelişki çok, yakıcı sorunlar var. Kestirmeden yıkmak, kestirmeden düzeltmek istiyorsun.
Neyi? Toplumu, devleti, dünyayı… Evrensel, enternasyonal deniyor ya, o yaşlarda daha yoğun hissedilen duygular bunlar. Dünyanın herhangi bir yerinde bir olay, isyan oldu mu hemen orada olmak istiyorsun. Yani bunlar yitirilmiyor ama çocukluk, gençlik döneminde en saf haliyle ruhunun derinliklerinde hissediyorsun.‘’Kendini değil, insanları, haksızlıkları, sorunları düşünüyorsun. Düşünmekle kalmayıp müdahil olmak istiyorsun. Aidiyet duygusu da çok önemli bence ama kim ne derse desin o yaşlarda bir yere değil, kendini dünyaya ait hissediyorsun.
Kandırılmak
Çocukluk bence dar tutuluyor. Çocuktur kandırılıyor, deniyor. Belki kendi iradeleri tam olarak ortaya çıkmış olmuyor ama onlar yaşadıkları, gördükleri gerçeklerin farkındalar.
Çocukları kandıran bu toplumun gidişatıdır bence. Onların hayallerine cevap olamayan bu sistemdir. Ne bir gelecek, ne bir özgürlük, ne de demokrasi alanı sunan devletin kendisidir kandıran. Dağ, gül bahçesi vaat etmiyor ki, dizleri kanadıkça kandırıldığını düşünsün gidenler. Giderken insan biliyor az çok feragat ettiği şeyleri.
Okulunu (ki ben kesinlikle okunmasından yanayım), işini, belki varsa sevdiğin birini geride bırakacaksın. Mesela o yaşlarda anne babadan, kardeşlerinden ayrılmak, onları bir daha göremeyeceğini düşünmek çok zor. Anne derken duruyor insan. O insanları da zor durumda bırakıp gidiyorsun. Ama bu insanlara yapabileceğim en büyük iyilik yaşanabilecek güzel bir toplum bırakmak diye düşünüyorsun.
Benim en çok zoruma giden şey bizim dönemimizde çocuk olanların büyüyüp katıldığını, öldüğünü görmek oldu, oluyor hala. Beni hiçbir şey o kadar etkilemedi, yıkmadı.
Biz son kuşaktık; öyle düşündük. Belki bizden öncekiler de böyle düşünmüştü. Çocuklar bizim yaşadıklarımızı yaşamasın, daha güzel, özgür ve eşit koşullarda yetişsin diye düşlemiştik. Kendimize böyle bir misyon da yüklemiştik. Uzun vadeli düşünemiyorsun zaten en büyük eksiklik burada. Varolan kötü düzen gidecek, yerine devrimle yaratılan yenisi gelecek…
Bugün benle senle bitecek bir mesele olmadığını görüyoruz elbet. Belki torunların torunları da mücadeleyi sürdürecek ama daha iyi koşullarda sürdürsün istiyorsun şimdi. Kan akmasın en azından, çocuklar ölmesin…
Bugün çocukların neden dağa çıktığı sorusuna en iyi yanıt onların yaşadıkları, gördükleri gerçeklerin gözler önüne serilmesidir bence. O çocukların köyleri yakılıyor, babaları kaybettiriliyor, işkenceler görüyor, postallarla çiğneniyor oyuncakları, bazıları daha anne karnındayken tekmeleniyor coplarla, kendi dilleri belki yasak değil artık ama dalga geçiliyor hala, ekonomik, sosyal hiçbir imkan sunulmuyor.
Şu sıralar en çok duyduğum şey İstanbul’daki çocukların yarısından fazlasının uyuşturucu batağında olduğu. Biraz da bunlar tartışılsa, çözüm yolları aransa. Devlet bu hale gelinmesine neden izin veriyor? Marjinal, arabeskçi, jiletçi bir gençlik yetişsin diye elbette.
Dağa gidenler sadece ellerine silah alıp bu tür şeylere karşı duracaklar diye az buçuk umursanıyor. Yoksa onlar düşünüldüğünden değil. Düşünülse cezaevleri çocuklarla dolup taşmazdı. Orada kötülüğün her türlüsü reva görülmezdi onlara.
Haksızlık
Çocukken görüp tanık olduklarımız gerçekten kişiliğimizde olduğu gibi gelecekte olmak istediğimiz şey konusunda da bir veri sunar. On beş on altısından itibaren ne olmak istediğimizi sorgulamaya, hedefleri belirlemeye başlarız. İşte okuyup hangi mesleği edineceğine karar verme aşaması.
Bunlar da ciddi meselelerdir. Ama bunun için katedilmesi gereken bir süreç vardır. Serinde dağ olan ise beklemez, gider. Geç kalmak istemez. Olmasını istediği şeylerin ancak bu yolla sağlanacağına inanır. Bu uğurda ölenler idoldür. Hatta zamanla bu idole ulaşmak hedeflenir sadece. Canın hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. İşte çocuk dediğimiz dağa çıkan o insanlar bu duygu ve düşüncelerle yüklü oluyor.
Çocukluktan gençliğe geçiş evresi belirsizdir, keskindir. Bu yüzden daha radikaldir. Dikkat edin şehirlerdeki eylemlere, gösterilere bu çok nettir. Ben de yaşadım çünkü, biliyorum.
Olaylı geçmeyen kutlama veya eyleme tadı tuzu yoktu derdik. Hiçbir şey olmasa dahi mesela 1 Mayıs, Newroz veya 8 Mart yürüyüşündeyiz, yüzümüzü illa kapatacağız. Bu bir görüntüdür. Aç yüzünü, ne var yani? İllegal değil, bir şey değiliz. Orada bir duruş görüyorsun kendinde. Bu bir savunma, bir sembol. Aslında çok güzel bir duruş, şimdi bazen özlüyorum.
Adrenalin çok fazla, zeka gelişiyor, duygusal açıdan ha keza öyle. Müthiş bir arayış, bir enerji oluyor insanda. Aslında her gencin dağa çıkma potansiyeli vardır. Dağ radikalizmin merkezi. Kürt halkı açısından reva görülene ‘’hayır’’ demenin, ‘’karşı koyma’’nın, bir ’’duruş’’ göstermenin yeri, sembolü.
Bugün sürdürülen ‘’dağa çıkan çocuklar’’ tartışması ile çocuklar çok manipüle ediliyor. Bu elbette tartışılmalı ama göze batıyor diye bu ön planda tutulurken yaşanan başka binbir soruna gözümüzü, kulağımızı kapatırsak bu, çocuklara büyük haksızlıktır, vicdansızlıktır.
Bu çocuklar belki de çoğu yüreğimizin kaldıramayacağı sorunları, acıları yaşarken, kimse yaşatanlara dönüp “neden” diye sormuyor, dağa çıkınca sorun haline geliyor. Belki de kendilerini nihayet fark etmemiz için çıktılar. Tabi çocukça bir oyundan bahsetmiyoruz ne yazık ki. Zaten gidenler de kendilerini çocuk olarak görmüyorlardır eminim.
Kürt insanının çok azı çocuğunu dağa kendi eliyle göndermiştir. Aileler gerillayı çok severler, bu sorun çözülsün isterler ama kendi çocuklarıyla değil. Normaldir. İşin ucunda ölüm var. Hangi anne baba çocuğunun ölümünü görmek ister ki. Benim çocuğum olsa belki ben de öyle hissederdim. Koruma içgüdüsü o.
Ve bu sorunlar çözüme kavuşmadıkça çocuklar ve gençler daha çok dağın yolunu tutar. Bunun için müneccim olmaya gerek yok. Zira bizden önce öyleydi, bizden sonra da öyle olduğuna göre, çözümün sırrı sorunlara gösterilen duyarlılıkta, daha demokratik ve eşit koşulların yaratılmasındadır.
Çocuklar o zaman dağın değil, okullarının yolunu tutup, toplumun refahı için çalışan bireyler olarak katkı sunacaklardır. Şuna inanıyorum ki dağın yolunu tutmaya cesaret etmiş bireyler, ki bu sorunlara karşı duyarlılığı gösterir, koşullar oluştuğunda toplum için çok daha fazla etkin ve nitelikli bir rol oynarlar…(RŞ/NM)
* Click here to read the article in English.