Uzun bir seyahati bitireyazmışken iki gün ve gece boyunca Sayat Nova'yı dinledik Amed'de Sülüklü Han'da. Heybetli dağlar, kayalıklar, kıvrım kıvrım yollar, yarılıp içine alıverecekmiş gibi uzanan Mezopotomya, bitimsiz Munzur kıyıları... Yaşamak ile ölmek kucak kucağaydı sanki hep, düğün ile cenaze, acı ile şerbet. Kara, kavruk hikâyelere buyur edilmiştik günlerce. Çırılçıplak bir hakikatti anlatılanlar. Susarak dinlemiştik. Kalbimiz ufaldıkça ufalmış, aklımızın kamburu çıkmıştı. Hissettiğimiz utanç mıydı, öfke miydi, kızgınlık, mahçupluk mu? Dile gelenler, bildiklerimizdi. Kimsenin niyeti bizi utandırmak ya da aklımızla oynamak da değildi. Ama karşımızdaki ne tarihti ne edebiyat. Dedesi koruk yese torununun dişi kamaşırmış. Dedelerimizin, onların da dedesinin yediği koruklardan kalbimiz kamaşıyordu bildiğimiz dil ile bilmediğimizi düşündükleri dil arasında bir yerde. Oysa biz o dili pekâlâ biliyorduk.
Etnisite ve din adına damarlarımıza zerk edilmiş çirkin, kirli, kokuşmuş, küflü, nefret dolu her ne varsa damarlarımızı kesip onları akıtanlardandık. Ne zaman ve nasıl olmuştu bu, tartışıp duruyor kişisel tarihlerimizdeki kırılma anlarını bulmaya çalışıyorduk. 1900'lerden Hrant Dink'in öldürülüşene uzanan aralıktaydı hatırladıklarımız. Bu temizlenme/arınma sayesindedir ki ne Harput yolunda ne Munzur'un kıyısında ne Midyat sokaklarında ne "tel örgülerin öte tarafı işte Rojava'dır" cümlesinde "otantik" tatlar almadık, şaşırmadık, heyecanlanmadık, fotoğraf makinalarımıza davranmadık. 1915'ten bugüne Ermeniler, Kürtler, Aleviler, Süryaniler'in acısı, ağrısıydı hatırladığımız. Hafızanın en güçlü taşıyıcısı değil miydi mekânlar? Hakiki temas tam da burada başlıyordu.
Bilmek, bildiklerini görmek her seferinde dudağımı minik minik kaşındırıyordu. Sadece dudağım değil rüyalarım da uçuklayayazmıştı kaç gece. Rüyamda şehre gerilla cenazesi geldiğini görmüştüm. Sabaha Amed'e bir gerilla cenazesi getirileceği haberini aldık. Böyle böyle kaç rüya. Dağlar, sular, sokaklar ölüm ile yaşam arasında gidip geliyordu burada. Bu araf, bu coğrafyanın kaderi midir ya rab, diyordum. Çok uzakları değil Şengal'i okuyor, izliyor, görüyorduk her gün.
Tam bu günlerde Suriyeli mültecilere ırkçı saldırılar artmış, distopyaların sınırlarını zorlayan ülkenin başbakanı "... afedersiniz Ermeni..." diyerek ekranlarda kusmuştu. Türkiye Cumhuriyeti devleti 1915'in 100. senesinde IŞİD çetelerininin katliamına destek oluyor, IŞİD Şengal'de Êzidi halkını kırıyor yok ediyordu. Köyler, inanç mekânları bombalanıyor, kadınlar cariye pazarlarında satılıyor, köyün erkekleri öldürülüyor, kadınların ve çocukların akıbeti bilinemiyordu. Müslüman ol, olmazsan infaz! İnsanlar aç, susuz, yalın ayak; dağların vicdanıyla baş başaydı. Kürtler sınırın her iki yakasında Êzidî halkı için var gücüyle mücadele ediyordu silahla ya da ekmekle.
Ülkede iş kazaları/katliamları, kadın katliamları, sokaklarda kendinden olmayana saldırılar bitmiyordu. Biz Amed ile İzmir, Tekirdağ ile Gever arasında eşit yurttaşlık, toplumsal barış, adalet, özgürlük, demokrasi hattını kurmak için hayallerimizi, umutlarımızı, yeni bir yaşam arzumuzu anlatıp duruyorduk ülkenin geri kalanına. Senelerdir ve bir aydır bıkmadan usanmadan didinenlerin sesine ses, inancına inanç, gücüne güç katmaya çalışarak. Elimizden başka ne gelirdi? Ömrü direnişle örülü Kürt halkına ve coğrafyanın bütün halklarına, bütün ezilenlere borcumuzu ödemenin yollarından sadece biriydi bu. Mardin'de, Amed'de her sohbet, rastlaşma, buluşma hem bu hattın önemini hem bu hatta ihtiyacı bize tekrar tekrar gösteriyordu. Kürt hareketinin, Kürt halkının direncinden; Ermenilerin, Süryanilerin sabrından güç alıp hayallerimize, özlemlerimize sahip çıkmak kalıyordu bize. Bu, utanç havzamızın en derinlerinde sızım sızım sızlayan 1915 Ermeni Soykırımı'na bakabilmeyi, soykırımla yüzleşmeyi ve aslında her birimizin hakikaten özgürleşmesini sağlayacak önemli bir adım ve dönemeçti belki. Şimdi değilse ne zamandı?
Peki ama, biz ne diyorduk, Türk arkadaşlar oy verecek miydi bu sefer? Noktadan önceki son cümle hep aynıydı.
Oy vermek/vermemek geldi geçti. Ayın dünyaya 9,8 kadar yakın olduğu bir gece yaşadık. Çatlağı, yaması olmayan hakiki bir sevinçti içimizdeki. Şenlik değildi. Kalbimizin doğusu yine kanıyordu; açlık, susuzluk, kaçış, ölüm hepimizi utandırıyor, kalbimizle, aklımızla oynamaya devam ediyordu. Rakamlar soğuk, sert ama gerçekti. Fotoğraflar, videolar da. Çeşit çeşit yardım çağrısı yapılıyor, heyetler, komisyonlar kuruluyordu; ama 2014 yılında dünyanın gözü önünde Êzidi halkı katlediliyordu. Bu bir soykırımdı. Henüz öncekilerle yüzleşmemiş, kalıcı ve somut sonuçları olan özürler dilememiş Türkiye devletinin utanç karnesine bir yenisi daha eklenmişti. Yardımlarının kanıtları apaçıktı.
Nemden ve izlediklerimden soluksuz kaldığım bu gece, Êzidiler hakkında bir kitap okur bir yandan Sayat Nova'yı dinlerken -bu defa İstanbul'da, evimde- yan yana iki fotoğraf gördüm. Biri 1915, öbürü 2014. Birinde Ermeniler, öbüründe Êzidiler. Dağlarda hayat ile ölüm arasında gidip gelen, kuyruklarda soluk alıp vermeye çalışan insanlar. Adalet, barış, eşitlik, özgürlük, huzur... yaşam borçlu olduğumuz halklar. Yaşamak ile ölmek arasındaki araf da zulüm ve mültecilik de acı bir kader olmamalı bu coğrafyanın halklarına. Bizim payımıza da hep kahırlar hep utançlar düşmemeli. İşte bu yüzden sorumluyuz ve Êzidi milletvekili Viyan Daxil’in çığlığını yükselttiğimiz oranda var olacağız: “Biz burada konuşurken Êzidiler soykırıma uğruyor. Ailem katledilmekte. Tüm Iraklılar gibi. Şiiler, Sünniler, Hıristiyanlar, Türkmenler ve Şabaklar gibi. Ve bugün Êzidîler. Şengal bölgesinde katlediliyoruz. Lütfen kardeşlerim, tüm siyasi farklılıkları bir tarafa bırakalım. Yanımızda insan olarak durun. İnsanlık adına konuşuyorum. Lütfen bizi kurtarın! Bizi kurtarın!”
Ötesi berisi hep ufalmak.
İşte böyle; bir gece ay, dünya'ya 9.8 kadar yaklaşmışsa da kahır ve kambur hep bâkî. (MK/HK)