Yıl 1992 veya '93 olmalı. Yüksekova çarşısından bir askerî konvoy geçiyor. Askerler silahlarını havaya kaldırıp "Her şey vatan için" sloganı atıyor. Sesleri çarşıyı inletiyor. Derken, konvoyun sonlarına doğru, üstünde üç cenazenin olduğu panzer görünüyor. PKK militanları henüz öldürülmüş olmalı ki, panzerden kan akıyor. O gün orada bir kamera olsa, aynen şu görüntüyü kaydederdi: Hareket halindeki askerî konvoy, üzerinden kan damlayan panzer ve bu korkunç sahne karşısında donakalmış binlerce Yüksekovalı...
Meğer aynı tarihlerde benzer görüntüleri fotoğraflayıp gazetelerde bir övünç abidesi olarak sunmaya çalışan bazı gazeteciler eşsiz bir heves içindeymiş."Devleti için" gazetecilik yaptığını ısrarla vurgulayan eski gazeteci Macit Gürbüz'ün "Kaç PeKeKe'li Ölmüş Abe" kitabı bu açıdan en yalın itirafları barındırıyor. O dönem devletin kendisine bir silahı bile çok gördüğünden yakınan Gürbüz, habercilik reflekslerini ve arzularını uzun uzadıya ifade ediyor kitabında: "400 leşin hayali... Alınan istihbarat, İkiyaka Dağları'nda gerçekleştirilen Kirpi Operasyonu'nda 400'e yakın PKK'lı teröristin öldürüldüğü yolundaydı. Gazeteci büyüklerim, 'git, 400 teröristi yan yana diz, resmini çek, sürmanşet senin' talimatı vermişlerdi. Erzurum-Ağrı-Van-Hakkâri yol güzergâhı boyunca yan yana çekeceğim 400 teröristin resmi vardı aklımda. Milliyet'in manşeti geliyordu aklıma: 'PKK darmadağın: 400 ölü'... Hem de dokuz sütuna manşet. Her gazetecinin hayallerini süsleyen şey..."
Gürbüz, kitabında bu hayalinin nasıl kırıldığını ayrıntılarıyla aktarıyor. Öldürdüğü militan sayısıyla övünen Osman Pamukoğlu'na operasyon bölgesinde "ulaşıyor." Gürbüz, "Ortalık 'leş' gibi hayal kırıklığı kokuyor" arabaşlığından sonra devam ediyor: "İçim içimi yiyordu, 400 teröristi yan yana çekmek için sabırsızlanıyordum. Ortada ceset göremiyordum..."
"Tuğgeneral Pamukoğlu'na anlatıyorum. Gözleri çakmak çakmak oluyor. 'Gel' diyor, beni kolumdan çekerek, 'gel bak'. Elime bir dürbün tutuşturuyor. 'Bak şu uçsuz bucaksız vadiye, bakalım ne görüyorsun?' diyor komutan. Bakıyorum. Vadiye dağılmış cesetler görüyorum. 'Komutanım' diye söze başlıyorum, 'burada görünen ceset sayısı toplasan 40-50'yi geçmez. Nerede bu 400 teröristin cesedi? Ben buraya onları toplu halde yan yana dizilmiş halde fotoğraflamaya geldim. Amirlerim böyle istedi, ben onlara ne derim komutanım? Kaldı ki, kamuoyu da resim olmazsa bu duruma inanmıyor, PKK, karşı propaganda yapıyor' diyorum."
Gürbüz nihayet şu yanıtı alıyor: "Benim işim terörizmle mücadele, yani hain öldürmek. Analar evlatlarını buralara leş toplatmak için göndermedi. Geberdikleri yerde kalırlar. Kalıyorlar da. Ben askerime leş toplatmam. Bu mübarek insanların işi leş toplamak değil. Biz, imha eder, geçeriz." Gürbüz devam ediyor: "Donmuştum. O kadar haklıydı ki, nutkum tutuldu, 'haklısınız' dahi diyemedim."
"Beyaz" yalanlar
Şu sıralar yaygın medyadaki yalan habercilikten yakınanların Gürbüz'ün kitabını edinip okumalarını tavsiye ederiz. Zira Gürbüz, kitabının sonuna doğru, o dönem yaptığı bazı "masumane" yalan haberlerden de yüksünmeden örnekler veriyor. Gürbüz'ün "masumane" yalan haberciliğinin yakın tarihli örneğini ise Hürriyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Enis Berberoğlu, "Şemdinli fotoğrafı"yla tekrarladı. Masasına serdiği örtü kadar beyaz (ve "kansız") bir "habere" imza atan Berberoğlu açısından öldürülmüş PKK'lilerin cenazelerini dizip fotoğraflamak elbette çok "kaba" kaçardı. Ne var ki Berberoğlu'nun bu "kaba" habercilikten imtina etmesinin esas sebebi de "devlet için gazetecilik" yapma güdüsü, yani savaşı sıradanlaştırma çabası.
PKK Spor, Mehmetçik Spor'a karşı
Devletler, savaş sıradanlaşmaya başladığı andan itibaren kaybetmeye başlar. Oysa Türkiye (AKP?), savaş sıradanlaştığı ölçüde başarılı olacağını düşünüyor. Başbakan yardımcısı Hüseyin Çelik'in TBMM'nin acil toplanması talebine "PKK birkaç Mehmet'i şehit etti diye Meclis toplanmaz" açıklaması da bu sıradanlaştırma çabasının neticesi. Savaşın sıradanlaşması, PKK açısından da ciddi bir sorun. Zira eylemlerini artırarak kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan PKK, devletin sıradanlaştırma girişimleri neticesinde daha fazla çatışmak, daha büyük eylemler yapmak durumunda olduğunu düşünüyor. Böylece ülkeye Başbakan Erdoğan'ın içinde bulunduğu ruh hali hâkim oluyor: "Kim daha fazla öldürdü!" Macit Gürbüz, kitabında bu skorcu yaklaşımı çok güzel ifade ediyor: "[PKK'lilerin -İA] Hesaplayamadıkları Osman Paşa, deriyi yüzüp kuyrukta bıçak kıranlardan değildi; sırça saraylarını kafalarına boca etmişti. PKK Spor, Mehmetçik Spor'dan tarihi ve ağır bir yenilgi almıştı. Hem de unutamayacağı bir yenildi. Apo, beşlikten yediği bu golleri unutamayacaktı. Gollerin [öldürülen PKK'lilerin- İA] sayısı 400'ü geçmişti. Dağ başı dumandan, insan başı yamandan kurtulmazmış."
Aslında 1990'lardaki devlet uygulamalarının yarattığı vahşete karşı Türkiye'nin batısında toplumsal bir reaksiyonun boy göstermemesinin de esas nedeni, sıradanlaştırma operasyonunun acı meyvesi olarak görülebilir. Fakat devlet, sıradanlaştırdığı savaşın sorumluluğunu üstlenmeyip aradan çekildiğinde, yaygın medya da ortaya "beyaz çarşaflı masalar" yerleştirdiğinde, sanıldığı gibi işler çözülmüyor. Giderek Türkiye'yi iç savaş ortamına sürükleyen ırkçı dalga, tam da devletin bu "sessizliği" içinde hayat bulup sosyal medyada su yüzüne çıkıyor.
Öldürülen PKK militanlarını tek sıra halinde dizip TRT ekranlarına veya gazetelere yansıtan zihniyetin sahipleri, bu vahşet görüntülerinin ters tepeceğini elbette düşünmemişlerdi. Oysa nasıl ki Diyarbakır Cezaevi vahşeti Kürtleri PKK'ye daha fazla yaklaştırdıysa, 1990'lardaki uygulamalar da PKK'nin, İlker Başbuğ'un ifadesiyle "dört defa yenildiği halde", "küllerinden" doğmasına sebep oldu.
Büyük olasılıkla Berberoğlu'nun Şemdinli'ye uğrayıp döndüğü günlerde öldürülen sekiz PKK militanının fotoğrafı, Hürriyet'te bir övünç kaynağı olarak yayınlanmasa da, sosyal medyada kapış kapış paylaşılıyor. Gürbüz'ün hayallerini süsleyen kareleri andıran fotoğraflar, ırkçı nidalar eşliğinde yayılıyor.
Gerçeğin emri
ANF'nin 18 Eylül'de işaret ettiği ve yakın tarihe ait olduğu iddia edilen bir fotoğraf bunun çarpıcı bir örneği. Fotoğrafta, sekiz PKK militanının cesetlerini önlerine dizmiş yaklaşık kırk askerin poz verdiği görülüyor. ANF'nin haberine göre bu fotoğraf, sosyal medyada ırkçılar tarafından övünç kaynağı olarak paylaşılıyor. 1990'larda çekilmiş benzer fotoğraflar ise hâlâ internette dolaşıyor.
Öldürülen Kürt isyancıların bedenlerini kahramanlık göstergesi olarak sunanlar sadece Türk askerleri veya Türk medyası değil. Bu vahşet görüntülerinin tarihi çok eski. Geçen yüzyıl boyunca isyan eden Kürtlere karşı şiddet politikası güden İran, Irak ve Suriye'nin arşivlerinde binlerce benzer fotoğraf karesine rastlanabilir. Bu fotoğraflar içinde hafızalardan silinmeyecek olanlardan biri, Tahran tarafından görüşmelere çağrılıp Şino'da öldürülen Kürt isyancı Simko'yê Şikak'a ait. 30 Haziran 1930'da katledilen Simko Ağa'nın cesedinin arkasına dizilen Fars askerleri, Kürtleri yendiklerine inanıyor veya buna inanılmasını istiyordu. Simko'dan sonra Qazi Muhammed ve Kürdistan Cumhuriyeti'nin yöneticilerini, daha sonra da onların izini takip eden Abdurrahman Qasimlo'yu Paris'te katletmek de İran diktatörlüklerinin Kürtleri yenmesine yetmedi.
Cumhuriyet Türkiye'si ise Şeyh Said'i darağacında resimlerken, dönemin Türk basını şimdikiyle aynı cümleleri kullanıyordu: "Türk süngüsünün bulunduğu yerde Kürt sorunu yoktur." (Vakit gazetesi, 7 Mayıs 1925)
Cumhuriyet gazetesi ise, beş yıl sonra, 13 Temmuz 1930'da devletin bölgedeki katliamlarını şöyle tarif ediyordu: "Gökten sağılan ölüm parçaları eşkiyayı imana getiriyor." Milliyet'in 9 Eylül 2012'de, bir operasyon haberini verirken kullandığı "Telsizde inleme sesleri" veya Yeni Şafak'tan Abdülkadir Selvi'nin 13 Ekim 2011'deki "Heronlar işaretliyor, F-16'lar vuruyor", Zaman'dan Emre Soncan'ın 21 Ağustos 2011'deki "Heronlar teröristleri tespit etti, F-16'lar vurdu" başlıklı "haberleri" seksen yıl öncesinden devralınmış zihniyetin tezahüründen başka bir anlam ifade etmiyor.
1958'de Irak'ta Batı yanlısı krallık rejiminin yıkılıp yerine General Kasım'ın gelmesi üzerine Kürtlere çeşitli vaatlerde bulunuluyor. Kürtlerin haklarını vermeye razı görünen Kasım'a Arap milliyetçilerinden gelen tepki, şimdilerde Oslo görüşmelerini eleştirip AKP'yi seferberlik ilan etmeye çağıran Devlet Bahçeli'ninkiyle aynı. Resmî basın organı Es-Sewre gazetesi "Kürtlerle flört etmeye bir an önce son ver" diyordu Kasım'a. Aynı makale "Kürt ulusunu Arapların içinde eritmeye" çağırıyordu: "Kürt, zenci ya da Ermeni ırkına mensup, ama Arap ülkelerinden herhangi birinde yaşayan bir kimse, gerçeğin emriyle Araptır." Milliyetçilerin tazyikiyle geri adım atan Kasım, dümeni milliyetçiliğe kırıp "Irak Araplığın son anayurdudur" dedi, ama 8 Şubat 1963'te devrilip idam edilmekten kurtulamadı. Yerine geçen Abdülselam ve onun bir uçak kazasında ölümüyle (1966) koltuğu devralan kardeşi Abdülrahman Arif de 17 Temmuz 1968'de, daha sonra Saddam Hüseyin'i sahneye çıkaracak olan Hasan El Bekr'in darbesiyle tarihin karanlığına gömüldü.
Kürt inadı
Saddam Hüseyin'in 1988'den itibaren (Halepçe ve Enfal katliamları) Irak Kürtlerine yönelik soykırım girişimleri, 1958'den beri Suriye'de iktidarı elinde bulunduran Baas rejimi -Hafız ve oğlu Beşar Esad'ın Kürtleri toplu halde köleleştirme ve sindirme girişimlerinin nasıl nihayetlendiğini de görüyoruz. Kuşkusuz, şimdilerde Esad'ın zulmüne tepki gösteren Türkiye, ne İran, ne Irak ne de Suriye'deki bir Kürt katliamına sesini çıkardı. Ve elbette Kürt sorununu çözmeyen her lider, eninde sonunda devrildi... Dolayısıyla, Kürt hareketinin "bizi öldürerek bitiremezsiniz" veya "çözmeyen, çözülür" iddiasının arkasında tüm bu tarihsel uygulamaların oluşturduğu deneyim birikiminin yattığını unutmamak gerekiyor. Yenilmezliklerinin arkasında sadece "Kürt inadı" değil, devletlerin dinmek bilmeyen zulüm politikalarına tahammül edememek de yatıyor. 1937'de asılan Kürt-Alevî isyancı Seyid Rıza'ya atfedilen söz bu açıdan anahtardır: "Ben yalan ve hilelerinizle baş edemedim. Bu bana dert oldu. Ama ben de karşınızda diz çökmedim. Bu da size dert olsun."
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'ın 19 Eylül'de yaptığı açıklama Seyid Rıza'nın yakınmasını tekrar teyit ediyor: "Sayın Başbakan da daha önce söyledi. Hükümet terör örgütüyle herhangi bir görüşme yapmadı. Ancak devlet bu görüşmeleri çeşitli organları vasıtasıyla gerçekleştirebilir. İhtiyaç olursa yine görüşülür. Belki şu anda da görüşmeler sürüyordur. MİT veya diğer kurumların bu tür temasları yapması lâzım. İslâm'da bile karı kocanın arasını bulmak için yalan konuşmak caizdir."
Hazin yol
Arınç, görüşmeler sırasında ya MİT'in PKK'ye veya devletin kamuoyuna yalan söylediğini ifade ediyor. Tıpkı Gürbüz'ün caiz gördüğü yalan habercilik gibi, Arınç da insanların hayatlarına mâlolan bu savaşın baş aktörünün "caiz yalanlar" söylediğini itiraf ediyor. Bu ise, Kürt hareketinin muhtemel yeni görüşmelere / müzakerelere bel bağlamasını da peşinen engelliyor.
Devlet ve devletin sözcülüğüne soyunan yaygın medya Kürtlerin bir hayli aşina olduğu "beyaz" yalanlarını sürdürürken, bir taraftan halklar arasındaki ayrışma derinleşiyor, öbür taraftan da TSK, 1990'larda cenazelerle gösteri yaptıkları bölgelerde artık tutunamaz hale geliyor. Otuz yıllık süreçte Kürtler açısından savaşı sıradanlaştıran devlet, şimdi de aynı sıradanlaştırmayı farklı bir amaçla Türkler için uygulamaya çalışıyor. Ancak tekrar etmekte fayda var: Ne AKP yeni bir yöntem uyguluyor ne de medya yeni bir habercilik yapıyor. Dolayısıyla, dün berhava olan yöntemlerin (dehşet uyandırıcı fotoğraflar, darağacında sallandırmalar, Enfal ve Halepçe gibi soykırım girişimleri, sürgünler, asimilasyon...) Kürtlerin tarihleri boyunca hiç olmadığı kadar örgütlü ve öfkeli oldukları bir dönemde (Suriye, Irak ve İran dâhil) başarı sağlaması mümkün değil. Bu yolun sonunda varılacak tek bir durak varsa, o da halklar arasında ayrışmanın karşı konulmaz bir noktaya ulaşmasıdır. Kürt sorununun tarihine bakıldığında, "denenmemiş" tek "yöntem" bu korkunç ve hazin yoldur. Eğer barış yanlıları bu yola güçlü bir bent koymazlarsa, tarihte karşılaşılmamış büyük bir felaketin kapıda olduğu görülüyor.
* Not: Bu yazı 20 Eylül 2012 tarihinde birdirbir.org sitesinde yayınlandı.