"Belki şehre bir film gelir
Bir güzel orman olur yazılarda
İklim değişir akdeniz olur
Hadi gülümse"
Sezen Aksu'nun, sözleri Kemal Burkay'a ait şarkısından dizelerle başladım yazıma. Küçük bir haberin yoğun hüznünün sarmalında hem Sezen Aksu'nun bu şarkısını, hem de Teo Angelopoulos'un "Ağlayan Çayır" filmini hatırladım.
Elbette bianet'te sinema üzerine değerli yazıları olan Kenan Tekeş'in görüş ve önerilerine ihtiyaç duyarak, önce filmin konumuzla ilgili sahnesinden söz edeceğim.
Bu sene başında bir motosikletin çarpmasıyla hayatını kaybeden değerli yönetmen Angelopoulos'un, hatırladığım kadarıyla, sabahın seherinde çayır otlarının üzerine düşen çiğlerin çayırın gözyaşları olduğunu ve bir nehre dönüştüğünü anlatarak başlayan Ağlayan Çayır filminin bana göre trajik sahnesi şöyle: İkinci Dünya Savaşı sonunda yenilen Naziler Yunanistan'dan çekilirler. Hemen sonrasında İngiltere desteğinde kurulan Yunan ordusu ile Alman Nazi işgaline karşı asıl büyük mücadeleyi yürütmüş Yunanlı solcu gerillalar arasında iç savaş başlar. Eleni'nin iki oğlundan biri gerilladır, diğeri de Yunan ordusunda askerdir. İç savaş, iki kardeşi karşı karşıya getirir ve birbirlerini öldürürler. Çatışma sahasında anneler evlatlarını ararlar. Anne Eleni, feryatlar eşliğinde iki evladının da cesedine sarılır.
Kendisi küçük, içeriği büyük haber ise şöyle: PKK'lilerin Diyarbakır-Bingöl karayolunda kaçırdıkları üç askerden biri olan er Reşat Çeçen'in ağabeyi PKK'nin dağ kadrosunda bulunmaktaymış. Çeçen'in babası bu bilgiyi doğrulamış. Dağıtım iznine gelen Urfalı asker Çeçen, Trabzon'daki birliğine katılmak için giderken diğer iki erle birlikte PKK'lilerce kaçırılıyor. Bir oğlu PKK'de gerilla olan, bir oğlu da asker olan anne, Kürtçe ağıtlar eşliğinde ağlıyor!
Ağlayan Çayır filminin bu sahneleri beyazperden çıktı, uçtu uçtu, gelip Şanlıurfa'da gerçek oldu! Filmdeki anne Eleni, Urfa'da Fatma anne oldu! Anne Eleni belki bir başka zamanda ve bir başka coğrafyada bir başka anne olacak. Çünkü halkının hizmetinde değil de, halkını kendine hizmete koşmuş bütün iktidarlar, birbirlerine benzerler.
Kurgudan gerçeğe, gerçekten kurguya nasıl bir yol gider? Sanat, bu yolu nasıl inşa eder ve taklitten uzak, kendini biricik olarak nasıl üretir? Sanatın gerçeği ile gerçeğin sanatta yer alışı nedir? Doğrusu, bu konularda fazla bilgim yok. Bildiğim, Eleni annenin Fatma anneye dönüştüğüdür! Ve çayırın ağlamasıdır; Eleni ve Fatma ananın.
Bu anneyi hangi birimiz ne kadar anlayabiliriz?
Bu anneyi anlayacak her hangi bir iktidar var mı?
Anneleri anlayacak bir devlet var mı?
30 yıldır devam eden bir çatışmanın içindeyiz. Elbette bu çatışmanın 100 yıllık bir tarihi arka planı var. Ve böyle olduğu içindir ki sorun, insan hakları temelinde bir siyasal çözüme kavuşturulamadığı sürece çatışma devam edecek. Asker ölecek, gerilla ölecek, analar ağlayacak.
Bir evladı PKK'li bir evladı asker olan başka analar da var. Bu karşı karşıya getirilişin ana yüreğine düşürdüğü yangını hangi vatan itfaiyesi söndürebilir?
Kaldı ki vatan itfaiyeleri görünümündeki araç gereçlerden su değil, benzin akmakta!
Böylesi de doğal, çünkü vatan, millet, devlet söylemleri ateş, kan ve ölümle beslenir. Burada insana, insan haklarına, yaşamaya, yaşatmaya, özgürlüğe yer yok. Bütün bunlar vatan-millet söylemleriyle boğulmaya çalışılmakta.
Yangının nedeni olanlar, yangını söndürmenin de sorumlusudurlar. Ancak bu sorumlular hala yangına odun atmaktalar.
Sonra...
Dağlarda gerillanın, bayraklı tabutlarda askerin ölüsü.
İkisi de bu halkların çocukları.
Ölüm gerçeğinin duvarında egemenlerce kurşuna dizilenler!
Acıların en büyüğü evlat acısıdır derler.
Eleni iki evladının ölüsünü gördü. O bir filmdi!
Fatma ana PKK gerillası olan evladının her daim ölüm haberini beklerken, bu kez korkusuna, asker olan oğlunun ölüm korkusu eklendi. Bu bir gerçek!
Bir tarafımda "Ağlayan Çayır", bir tarafımda şehre bir film gelme ihtimali, iklimin değişmesi umudu ve gülümsemeye davet.
Şehre film gelmedi.
İklim değişip Akdeniz olmadı.
Gülümseyemedim.
Başka bir film gerçek oldu.
Anne ağladı!
Ben de bu yazıyı yazdım! (HŞ/HK)