“İşsizlik insanı yorar” diye ses verir Sait Faik, öykülerinin birinde… Bu cümle eksik kalmış misali, sesi duyan Yaşar Kemal, “İnsanın başına gelebilecek en büyük felaket yoksulluktur” der.
Şimdi nasıl anlatmalı… Nerden başlamalı ve nasıl yazmalı… Böylesi duygular nereden gelir ve nereye doğru gider.
Size, Majid Majidi’nin Cennetin Çocukları filminde kendisi gibi yoksulluğa doğan kardeşi Zehra’nın ayakkabısını kaybeden, katıldığı yarışmada birinci değil, üçüncü olmak için yarışan Ali’nin anını yazmaya çalışacaktım… Lakin bir başka an gelir, beni de duyun diye… İstedim ki siz de duyun ve bilin, duyup bildikten sonra da gidip izleyin.
15 Temmuz darbe girişiminin ardından Olağanüstü Hal (OHAL) kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile gazete, dergi, radyo ve televizyonlar kapatılır… İnsan(lar) işsiz kalır… İnsan(lar) hapse atılır... İnsan(lar); gözsüz, kulaksız, dilsiz, sözcüksüz, ekmeksiz, evsiz bırakılır.
Dahasının dahası da kapatılacak, işsiz kalacak, hapse atılacak; gözsüz, kulaksız, dilsiz, sözcüksüz, ekmeksiz, evsiz bırakılacaktır.
Onun hikâyesi de çalıştığı yerin kapatılması ile başlar. Devlet onu işinden etmiştir… Her gün biraz daha biraz daha artan işsizlerin arasına o da katılır.
Zor ve çetin günler yakındır ona da.
Bundan birkaç gün önceydi yaşananlar.
Sabah uykusundan uyanır, uyandığı yatağının fotoğraflarını çekerek evden çıkar… Eski ev eşyalarının alınıp satıldığı bir dükkâna gider… Fotoğrafları dükkân sahibine gösterip dosdoğru eve döner… Yaklaşık bir saat sonra, evin önünde bir araba durur, gençten iki kişi iner… Kapıyı açar, içeri girenler yatağını arabaya yükler, anlaştığı parayı verip giderler.
Sabahlara uyandığı yatağını satmıştır.
Milyon insan. Milyon ayak, el, kulak ve göz gibidir o da.
Evden çıkar. Yolda odanın yatağı götürüldükten sonraki boş halini hatırlar, “Boşluk… Ya da hiçlik… Veyahut hiçbiri…” diye mırıldanır.
Otobüse binerek Karaköy’e, oradan da karşıya, Kadıköy’e vapurla geçer. “Bir yoldaş, dört ayakkabı eder” diyen arkadaşını filme götürecektir.
Kadıköy Rexx Sineması’na gider, iki bilet alır… Film başlamadan önce arkadaşıyla Kadıköy’ün sokaklarında biraz dolaşır, iki çay içer, iki rekâtlık muhabbet eder, sonra da filme girerler.
Bazı anlar var ki, her şey öylesine iç içe, her şey öylesine birbirine kaynaşmıştır ki, bir bakarsanız yaşamlar film, film de yaşam olmuştur… Onun ki de öyle olur, biraz az biraz çok.
Perdede toplumsal sorunları anlatan, anlatımının merkezine de işçi sınıfını alan Ken Loach’un Ben, Daniel Blake adlı filmi vardır.
Film, yaşamını marangozluk yaparak geçiren, yaşadığı kalp krizinden dolayı işe dönmesi mümkün olmayan, altmış yaşına gelmiş Daniel Blake’nin, kesilen maaşının yerine devletten işsizlik maaşı almak için devlete derdini anlatmasını ama her seferinde onun önüne başka, bambaşka engellerin çıkarılması üzerinden insanı umursamayan, yok sayan devletini ve yoksul, güvencesiz, korunaksız, her şeyini satmak zorunda bırakılan insanını anlatır.
Daniel’ın hikâyesi perdede ilerledikçe (Sağlık memurlarıyla yapılan görüşmelerinden doktor kontrollerine, sosyal yardım kurumunda önüne konan engellerden öz geçmiş yazma kurslarına, iş arama mücadelesinden bulduğu işi belgelenmesi istemesine, iki çocuklu Katie ile olan dayanışmasından ayakta kalmak için evdeki eşyalarını satmasına, “Ben müşteri değilim. Ben insanım, köpek değilim…” sözleri…) anlatılanın oturduğu sinema koltuğundan dışarıda akıp giden hayata karışan ve hikâyeleri bilinmeyen milyon ayak, el, kulak ve göz gibi olduğunu görünce iç geçirir, gözlerinden yaş düşer yanaklarına doğru.
Film biter, dışarı çıkarlar… Kadıköy’ün sokaklarının loş karanlığında arkadaşıyla yürürler… Konuşmazlar.
Film biter, yaşam devam eder... Milyon insan… Milyon ayak, el, kulak ve göz gibidirler. (KT/YY)
* Film: Ben, Daniel Blake Yönetmen: Ken Loach, 2016