Kamu emekçilerinin oldukça başarılı grevi, çok kitlesel 1 Mayıs gösterileri, son dönemde gündeme gelen irili ufaklı bir dizi direniş...
Elbette henüz "büyük" sonuçlar çıkartabilecek durumda değiliz. Aceleci olmamalı, abartmamalı, her kısmi başarının ardında siyasal ve sosyal güç dengelerinde ciddi değişimlerin ipuçlarını arama kolaycılığında olmamalıyız.
Ancak sanki bu sefer "yaprak kıpırdıyor". Belki çok da önemli olmayan, gelip geçici, belli belirsiz bir hareketlenme bu; ancak ağacın dallarındaki küçük de olsa her salınıma gözlerimizi dikip dikkat kesilmekten başka da çaremiz de yok.
Bu kısmi, belirsiz hareketlenmeyi şimdilik verili addedip onu Adalet ve kalkınma Partisi'nin (AKP) muhafazakârlaştırıcı neoliberal-otoriter hegemonyasında yaşanmakta olan önemli bir değişimle birlikte düşünelim, tabir caizse bir "fikir egzersizi" yapalım.
Hepimizin malumu: AKP'nin vesayet karşıtı popülizmi, yani siyasal saflaşmayı "alnı secde görmüş" millet ve onun öz temsilcisi "AK Parti" ile gayrimilli vesayetçi bürokratik elitler arasındaki bir mücadele olarak tanımlaması, bu siyasal harekete aynı zamanda hem muktedir olma hem de mağdur görünme avantajını, hem de uzun süre, sağladı.
AKP iktidardayken dahi "milletin" ve Türkiye'nin önünü kesen "vesayetçi" muktedirlere karşı mücadele ettiği argümanıyla geniş toplumsal kesimleri seferber edebildi, potansiyel muhalif söylemleri kendisine eklemleyebildi ya da pasifleştirebildi.
AKP'nin önemli bir başarısı, kökleri Türk milliyetçi muhafazakârlığının karanlık tarihinde bulunan bu argümanı, demokrat ve "sivil" görünümlü yeni bir ambalajla, hatta bazen soldan tedarik edilmiş söylemsel kimi alet edevatla prezante edebilmesiydi.
Böylece geçmişte gayrimilli elitlerin, İttihatçı "gavurunun" ya da "dönmelerin" milletle devletin arasını açtığı, devleti milletten kopardığı şeklinde formüle edilen bu söylemi, çok daha geniş bir müşteri kitlesine arz edilebilecek şekilde modernize etti. Milliyetçi muhafazakârlığın sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kütle olarak tahayyül ettiği "milletin" otantik temsilcisi olunduğu iddiasındaki çoğunlukçu "demokrasi" söylemini, çarpıtılmış kimi popüler-demokratik taleplerle biraraya getirebildi. Bu şekilde AKP, neoliberal otoriterizmini bir "demokratik devrim" söylemi ve edasıyla buluşturabildi. Böylece bir yandan "piyasa reformları" aracılığıyla alt sınıfları siyaseten mülksüzleştirir, diğer yandan da milliyetçi muhafazakârlığın kadim "devlet-millet bütünleşmesini" gerçekleştirdiği iddiasında bulunurken aynı zamanda da bir sivilleşme ya da "demokratikleşme" sürecini zorluklara rağmen yürüttüğü savında bulunabildi.
2001 krizi dolayısıyla siyasal merkezin çöküşünün yarattığı boşlukta, belki de hiçbir şey olmadığı için her şey olarak görünmeyi, çoklu bir siyasal referanslar alanını kendisiyle özdeşleştirmeyi, yani herkesin kendisini bir parçası olarak addedebileceği bir parti olmayı becerebildi.
Bir an için AKP'yi bir kenara bırakalım. Neoliberal devirde burjuva siyasal hegemonyasının dışlayıcı karakteri üzerine çok şey yazılıp çizildiği malum. Söz konusu literatürü ele alıp değerlendirmek elbette bu kısa yazının harcı değil. Ancak şu kadarı söylenebilir: Bir önceki sermaye birikim rejimlerine uyarlı hegemonik projeler genişlemeci-içermeci-bütünleştirici bir karakter sergiliyordu. Yani (elbette o toplumsal formasyonun hiyerarşik yapılanışına ve asimetrik doğasına halel getirmeyecek şekilde) toplumun çok geniş kesimlerine şu ya da bu ölçüde maddi ve sembolik ödüller dağıtma imkân ve becerisine sahipti bu projeler.
Neoliberal devirdeki hegemonya girişimlerininse aksine, toplumsal ardalanı daha dardır, dışlayıcı karakterleri baskındır. Zaten bu nedenle bu devirdeki hegemonik projelere "iki uluslu" adı verilir. Yani maddi ve sembolik ödüller toplumun tamamına değil de ancak bir kesimine, bir "ulusa" dağıtılırken, diğer "ulus" giderek daha fazla dışlanır, marjinalleştirilir.
Herhalde bu hususta fazla izahata gerek yok: Neoliberalizm alt sınıfların önemli bir bölümü açısından toplumsal dışlanma, siyasi ve iktisadi açıdan mülksüzleşme, sosyal-siyasal güç kaybı anlamını taşır. Bu nedenle de neoliberal devirde bir önceki dönemde olduğu gibi yekpare-bütünleştirici hegemonik projeler sözkonusu değildir.
Neoliberalizmin otoriter karakteri bu kırılganlık nedeniyle gündeme gelir. Bu bakımdan, alt sınıfların siyasal, sosyal, iktisadi ve kültürel gücünü kırmaya yönelen neoliberal bir hegemonya, sürekli olarak "iç savaş" politikalarıyla ayakta tutulabilir. Yani ancak ödüllendirilen ve hegemonik projeye şu ya da bu biçimde dahil edilen "ulus" ile dışlanan ve disipline edilen "ulus" arasındaki çelişkiyi hem canlı tutup hem de kontrol ederek. Bu nedenle "iki uluslu hegemonyalar" giderek genişleme eğiliminde olan bir "iç düşman" tanımına ihtiyaç duyar ve siyasal alanı "güvenlikçi" bir anlayışla domine ederler. İşsizlik, sosyal marjinalleşme, göç, yoksulluk gibi toplumsal meseleler artık birer risk faktörü ve asayiş meselesidir ve bunlarla ancak "güvenlikçi" bir perspektifle mücadele edilmeli, hatta "savaşılmalıdır" (teröre karşı savaş, suça karşı savaş, uyuşturucuya karşı savaş vs.).
Uzatmayıp AKP'ye geri dönelim.
AKP'nin şansı ya da becerisi, işte bu doğası itibariyle dışlayıcı (dolayısıyla kırılgan) neoliberal-otoriter hegemonik projeyi vesayet karşıtı popülizmiyle birleştirebilmesi oldu. Böylece AKP geniş kesimleri marjinalleştirip güçsüzleştirirken aslında onları sivil-asker elite karşı daha büyük bir mücadele adına seferber edebildi. Geniş kesimleri tepeden modernleşmeci "İttihatçı-Kemalist" elitle mütedeyyin millet (devletle sivil toplum?) arasındaki bu ebedi mücadele içerisinde kendi etrafında birleştirirken sınıfsal çelişkileri kültürelleştirip depolitize edebildi.
Eski "elitlerin" yerini "biz" de alabiliriz şeklinde "maddiyatçı" tınısı yüksek bir vaat ya da imanın da bu popülizmin önemli bir bileşeni olduğu da atlanmamalı elbette. Diğer yandan vesayet karşıtı popülizm solun da etkisizleştirilip tarafsızlaştırılmasında önemli bir işlev gördü. Böylece AKP'nin muhafazakarlaştırıcı neoliberal-otoriter hegemonya projesinin "iki uluslu", dışlayıcı karakteri paranteze alınabilmiş oldu.
AKP'yi devrimizin kırılganlaşan burjuva hegemonya biçimlerinden ayıran anti-vesayetçi bu popülist söylemsel stratejinin başarıyla devreye sokulabilmesiydi. AKP böylece "iç düşmanlara" karşı otoriter-güvenlikçi yüzünü, "devlete" karşı bütün "millet" ya da "sivil toplum" adına hareket etme iddiasıyla gölgeleyebildi. Bu suretle AKP, farklı sınıfsal ya da sınıf-bağlantılı güçleri hâkim sınıfın siyasi, entelektüel ve moral liderliği altında örgütleyebilmenin "başarılı" bir örneğini sunabildi.
Şimdi artık egzersiz kısmına gelelim.
Varsayımımız şu olsun: AKP'nin vesayet karşıtı popülizmini etkili bir seferberlik aracı olarak kullanabildiği dönemin sanki sonuna geliyoruz. Muhalif görünümlü bu hâkimiyet söyleminin dikişleri yavaş da olsa sökülüyor, aynı anda hem muktedir hem muhalif olunduğu imgesi, AKP (hadi liberallerin kullandığı tabire başvuralım) "devletleştikçe" inandırıcılığını ve etkisini yitiriyor.
"Milletin has evlatlarının" kapabileceği "köşeler" de giderek azalıyor. Bu nedenle AKP geçmişte kendi etrafına toplayabildiği ya da hiç değilse tarafsızlaştırabildiği siyasal ya da sosyal kesimleri etkilemekte giderek daha güçlük çekiyor. Bu nedenle de gittikçe daha hırçın, daha asabi bir siyasal dile başvuruyor. Yani vesayet karşıtı popülizmin çözülmesi AKP hegemonyasının dışlayıcı, "iki ulusu" karakterinin tedrici olarak da olsa daha görünür hale gelmesi anlamını taşıyor.
"Millet" artık gayrimilli elite karşı seferber edilemiyorsa sayısı ve kapsamı giderek artan iç düşmanlara, hatta dış düşmanlara (bkz. Suriye) karşı mobilize edilmeli. AKP'nin gittikçe daha belirgin ve agresif hale gelen milliyetçi-muhafazakâr söylemi bu ihtiyacın, yani eski popülist söylemin çözülmekte olmasının yarattığı boşluğun bir ürünü. Bu bakımdan önümüzdeki dönemde rıza üretme kapasitesi daralan AKP hükümetinin giderek daha otoriter, daha ötekileştirici/dışlayıcı bir yönelime girecek olması gerçekçi bir varsayım. Dolayısıyla, "iç düşman" tanımı genişledikçe, marjinalleştirilen, ancak asayiş politikalarının muhatabı olabilecek ikinci "ulustan" gelebilecek tepkilere de hazırlıklı olmak gerekiyor. Kısacası, son dönemde AKP hükümetinin uygulamalarına karşı görünür olan tepkilerin, AKP'nin çok farklı siyasal ve sosyal kesimlerde yarattığı antipatinin ardında bu partinin yürütücüsü olduğu hegemonik projenin giderek daha "klasik"bir neoliberal (iki uluslu) hegemonya görünümü almasında aramak gerekiyor. Popülist stratejisi etkisizleşen AKP hükümetinin gardında açıklar belirmeye başlıyor.
Mesele, sosyalist hareketin AKP karşısında oluşmakta ve yaygınlaşmakta olan bu reaksiyona antikapitalist bir muhteva verip veremeyeceği elbette.
Kuru bir "AKP karşıtlığı"na minnet etmemek şart. Belirleyici olan, yaygınlaşabilecek AKP karşıtı reaksiyonun nasıl ve kimler tarafından içeriklendirilebileceği.
Sosyalist solun mevcut durumu şimdilik bu hususta çok da iyimser olmaya el vermiyor. Ancak şimdiden, daha yaprakların kımıldayıp kımıldamadığı dahi tam belli değilken buna hazırlık yapmak gerekiyor. Aksi takdirde yarın bırakın bir fırtınayı, rüzgâr çıksa dahi açıkta kalmamız çok büyük bir ihtimal. Bu ihtimalin gerçekleşmesini nasıl önleyebileceğimiz tartışması ise başka (ve kolektif) fikri ve elbette pratik egzersizleri gerektiriyor. Diğer yandan gözümüzü, kulağımızı bir an olsun yapraklardan ayırmamamız gerektiğini söylemek dahi gereksiz herhalde. (FB/HK)