Türkiye’nin son haftalarda en çok konuştuğu konu hepimizin bildiği gibi türban idi. Adalet ve Kalkınma Partisi'ne (AKP) açılan kapatma davası ve ardından gelen ekonomik dalgalanma türbanı gündemimizden düşürmüş olsa da, hepimiz biliyoruz ki bir süre sonra yeniden türban hakkında konuşmaya, tartışmaya, kavga etmeye başlayacağız.
Türban hakkında en çok erkeklerin konuştuğu bir ülkede, eşcinsel bir erkek olarak bu satırları yazıyor olmam sizler için ne ifade eder kestiremesem de, hayatı boyunca çeşitli şekillerde ayrımcılığa, nefrete, ötekileştirilmeye, damgalanmaya maruz kalmış, bunu pratik etmiş biri olarak birkaç cümle kurabileceğimi düşünüyorum. Ve kendi tecrübemle türban takan bir kadının yaşadıklarını anlayabileceğimi…
Kadınlarla ötekileştirilmede ortaklaşmak
Ben eşcinselim. Annem ve kız kardeşim türbanlılar. Teyzelerim, anneannem, yengelerim de… Oturduğum mahallemdeki çoğu kadın da… Çoğu zaman hepsinden daha çok "kadın hakları" üzerine, kadınlık üzerine cümle kuruyorum. Onlarsa bunu genelde "eşcinselliğime" vuruyor ve beni ciddiye almıyorlar. Ancak yaşadıkları, hissettikleri "şeyi" biliyor, hissediyorum.
Her ne kadar kendi dahil oldukları topluluklarda türban takıyor olmaları "negatif" bir şey olmasa da, o topluluğun dışına çıktıklarında yaşadıkları şeyler bana kendi yaşadıklarımı hatırlatıyor çoğu zaman. Tek farkı; onlar eve gelip bana dertlerini anlatabiliyorken, benimkileri pek de dertten saymıyorlar. Ama konumuz bu değil elbette…
Kardeşim çalıştığı iş yerine gelen bazı "ilerici" ve "Kemalist" vatandaşlarla çeşitli nahoş münasebetler yaşadı geçenlerde. Türban sorununun ülke top 10’nunda zirveye çıktığı günlerde kendisinden hizmet almak istemeyen bazı müşteriler patronuna türbanlı birinden ilaç almayacaklarını ve hatta iğne olmayacaklarını iletip, kardeşimin kendileriyle "ilgilenmemesini" istemişler (Herkesin kendisiyle ilgilenilmesini beklediği günümüzde tuhaf bir istek olsa da bazen mantığın devre dışı kaldığı şeyler yaşıyoruz bu ülkede).
Kardeşim tahmin edeceğiniz gibi buna ciddi anlamda bozulmuş bir halde eve geldi ve uzun uzun konuştuktan sonra bir o kadar uzun ağladı. Haklıydı… Gözyaşlarının akmasına sebep olan hadise maalesef ki bu ülkenin "gerçeği" olmuştu.
Kendini modern, ilerici ve laik olarak tanımlayan kadın ve erkekler, kendilerince "çağdışı" ve "esaret altında" olduklarını düşündükleri kadınları toplum içinde parmakla göstererek kendilerince bir aydınlanmanın kapılarını açacaklarını sanıyorlardı.
Empati denen mucizevi anahtar
Ancak işler ne yazık ki onların "umduğu" gibi gelişmiyordu. Tıpkı eşcinsel olduğu için ev verilmeyen, işe alınmayan biri gibi bir türbanlı da benzeri bir ayrımcılığa maruz kalıyor ve inancı gereği taktığı bir "bez parçası" için ilerici(!) birinin yüksek sesli öfkesine maruz kalabiliyordu.
İş bu halde türban taktıkları için dışlanan kadınların, başka nedenlerle dışlanan diğer toplulukları anlayıp anlamadıklarıydı. Bu noktada ironik ya da kulağa sinir bozucu gelebilir ama kardeşime ya da anneme bir eşcinselin ya da transseksüelin yaşadıklarını anlatmam daha kolay oluyordu. "Empati" dediğimiz o mucizevi anahtar hiç olmadık kapıların kilidini açıyor, şaşkınlıkla cümleler kurduğunuz diyaloglara olanak tanıyordu.
Ben kendimi bildim bileli bir kadının saçının neden "namahrem" olduğunu anlamadım. Gülmeyin. Bunun eşcinsel olmamla alakası yok. Sadece bir saç telinden bile tahrik olan erkeğin sorunu olması gerekirken, neden erkekleri korumak için kadınların örtünmesi gerektiğini anlayamıyordum. Hala da anlamıyorum. Ancak bu "anlamama" halimden hareketle işaret parmağımı Atatürk’e ve sözde aydınlık fikirlere dayandırıp türban takan bir kadının gözüne sokmuyorum.
Türbanı erkeklerin değil kadınların konuşması gerek
O öfkeyi, nefreti de anlayamıyorum. Ve bu korkunun nedenini de. Üniversite kapılarında bekleyen kadınları gördükçe, türbanı nedeniyle komşuluk edilmeyen ya da işe alınmayan kadınları gördükçe, işyerinde korkunç şeyler yaşayan kardeşimi gördükçe duruma sinirleniyor ve coşuyorum. Ama sonra "yine" fark ediyorum ki ciddi anlamda kadınların konuşması, tartışması gereken bu konu hakkında yine ben, yine biz, yani erkekler konuşuyoruz. Bu da sinirimi bozuyor.
32. gün adlı hiç birimize bir şey kazandırmamış programın "türban" konulu oturumunda başı açık kadın ve ilerici erkek öğrencilerin argümanları hep "zorla kapatılmış" kadınların özgürleşmeleri gerektiği üzerineydi. Herkes Hz. İsa olmaya soyunmuştu ve türbanla hayatları cehenneme çevrilmiş kadınları kurtarmak için ne denli istekli olduklarını söyleyip durmuşlardı.
Ön sıralarda oturan türbanlı kadın öğrencilerden biri söz alıp, öfkeli, ağzından tükürükler çıkan sayısız konuşmacıya sakince kimsenin zorla başlarını örtmediğini, kendilerinin üniversitelere gelebilmek için babalarını, ağabeylerini, eşlerini, sevgililerini karşılarına aldıklarını, kendi hayatları için ciddi mücadeleler verdiklerini ve haklarını kimseye çiğnetmeye niyetlerinin olmadığını söylemiş ve yerine otururken az önceki öfkeli kalabalık sus pus halde "pause" düğmesine basmıştı.
Erkeklere rağmen ayakları üstünde durmaya çalışan kadınlar
Ama onların suskunluğu, coşkulu alkışlar arasında fark edilmemişti. Konuşma esnasında ya sinir bozukluğundan ya da konuşmacı arkadaşa içten içe duyduğum hayranlıktan olsa gerek gözyaşlarımı tutamadım. Sonra "yine" annemi, kardeşimi, çevremdeki türbanlı kadınların hepsini düşündüm. Ve hayatlarındaki "erkeklere" rağmen nasıl da kendi ayaklarının üstünde durmak için çabaladıklarını.
Evet, her türbanlı kadının böylesine "cesur" hikayesi yok. Her türbanlı kadın "bağımsız" yaşamıyor ama esarete alıştırılmış bir neslin evlatları olarak hangimiz büyük bir yüzde verebiliyoruz ki…
Türban takan kadınlarla eşcinsellerin çok "ortak" sorunları var. Bir kere erkeklik her iki topluluğun da belası… Empatiden yoksun bir ülkede kendilerini anlatmak için "sınırlı" alanları ya var ya da bazen o bile yok. Maruz kaldıkları uygulamalar ya da verdikleri mücadele hakkında kendilerinden başka neredeyse herkes konuşmakta. Kendileri konuştuğunda ise herkes görmeyen, duymayan, bilmeyen maymunlara dönüşüyor.
Dönüşüm
Annem seks işçiliği yapan bir travesti hakkında atıp tutarken, kendisine "sen işveren olsan ve bir travesti senden iş istese, onu işe alır mısın?" diye sormuştum. O da bir süre "Kenan Işık" gibi düşündükten sonra sorunun nerede olduğunu anlamış ve "haklısın" demişti. Şimdi annem bir travestiyi yanında çalıştıracağını söylüyor.
Bir yandan lütufkar görünebilir size ama annemi tanısanız, bu cümlenin onun hayatında ne gibi bir dönüşüme işaret ettiğini daha iyi anlarsınız. Yinelemekte fayda görüyorum. Annemle aramda geçen diyalogun çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. İletişimin ne denli önemli olduğunu, birbirimizi anlamak için birbirimizi dinlememiz gerektiğine dair "güçlü" bir örnek sanırım.
Yukarılarda bir yerlerde de bahsettiğim gibi en çok ihtiyaç duyduğumuz şey ise sağduyu ve empati. İkisi bir arada işlemeye başlarsa merkezdeki "heteroseksüel, erkek, muhafazakar, Türk, Kemalist, Müslüman, Sünni" algının sarsılacağını ve zamanla da yıkılacağını düşünüyorum.
Bunun için de tıpkı feminist kadınlarla, Ermenilerle, Kürtlerle, savaş karşıtlarıyla yürüyebildiğim gibi türban takan kadınlarla da aynı yolda yürüyebileceğimi düşünüyorum. Ve ben herkese inat bir eşcinsel olarak türban taktığı için kendisine maruz görülen yaşamı reddeden tüm kadınları mücadele arkadaşım olarak görüyorum. (BÇ/GG)
* Bawer Çakır, [email protected]