Türkiye’de Suriyeli mültecilerin vatandaşlığa alınacağına dair hükümet açıklamalarının ardından başlayan tartışmaların ilk gününde Selanik’ten Giannitsa’ya doğru yol alan bir otobüsteyim. Kuzenim şakayla “Bu Suriyeli derim ha ” diye takılarak o ülkedeki temel bir tartışmaya gönderme yaparken, ön koltuklardan birinde mavi gözlü, açık tenli 30’lu yaşlarında bir kadın Yunanca, “Sahiden Suriyeli mülteci misiniz, hangi kamptan?” diye soruyor. 25 yıldır orada yaşayan Kuzenim espri yaptığını, Kürdistanlı ve Kürt olduğumuzu, benimde ziyarete geldiğimi söylüyor.
Kadın bu defa daha çok heyecanla “Kürtsünüz!” diyor. Şaşkınlığımızı görünce “Ben Suriyeli mültecilerin kampında çalışıyorum. Son kampımda bir Kürt kampı” diye ekliyor. Bu defa şaşırma sırası bana geliyor. Zira Yunanistan’a geldiğimden bu yana çokça duyduğum, 100 bin civarında olduğu söylenen, işe yaradığı için diğer göçmenlerinde kendini Suriyeli olarak tanıttığı mülteciler konusu hakkında birkaç şey öğrenmeye çalışıyordum. Bu tesadüfü değerlendirip onunla sohbet etmek istediğimi söylüyorum. Gönüllü bir grupla kamplarda çocuklara ilişkin çalışmalar yaptıklarını, çocuklar sayesinde ailelerinde neler yaşadığına herkesten fazla tanıklık ettiğiyle giriyor söze.
Suriyeli mülteciler meselesinin komşudaki tezahürünün ne olduğu hakkında epey aydınlatıcı deneyimini paylaşan eğitmene hangi kampta bulunduğunu ve ne tür çalışmalar yaptıklarını soruyorum. üç ayrı kampta çalıştığını, en çok etkilendiği kampın ise son olarak geldiği sayıları 800’ü bulan Kürt kampı olduğunu söylüyor. Adımı yazmayın diyor. 7 yaşından küçük olan ve saymayı dahi bilmeyen çocuklara İngilizce, Arapça eğitimler verdiklerini, okuma dersleri yaptıklarını, sağlık eğitimleri düzenlediklerini ve en önemlisi de çocukları hakları konusunda bilinçlendirdiklerini anlatıyor. Ancak eğitim anlayışlarındaki farka dair bir örneği anlatmadan da duramıyor. Arapça öğretmeninden, çocuklara haklarını Arapça anlatmasını istiyor. Ama öğretmen “Bunları anlatırsam sözümü sonra nasıl dinlerler” diyor.
Kamplarda en önemli sorunlarının ne olduğunu soruyorum. İlk sırada doktor ve yemek sorunlarını sayıyor. Özellikle dağıtılan yemeklerin tadından hoşlanmadıklarını, yemek yapabilmek için olanakların sağlanmasını istediklerini anlatıyor. “Devlet yardımı yok, yatak problemi var çok fazla insan yerde yatmak zorunda kalıyor, tuvalet yok, kötü durumda yaşıyorlar… Yöneticilere sorunları iletiyoruz, medyaya duyuruyoruz ama sanki duvar gibiler” diyor.
Ve elbette ki travmatik yansımaları da unutmuyor. Bir buçuk saat boyunca yaptığımız sohbette en çok mültecilerin hırçın, öfkeli ve tepkili hallerine işaret ediyor.” Bir baba; 12 yılda öğrettiklerimi çocuklarım bir ayda unuttular diyordu… “Büyük adam aşabilir belki yaşadıklarını ama küçük bir çocuk için çok zor. Bir çocuk savaştan çıkıp geliş öyküsünü anlatmıştı… Zorluk değil öfke var içlerinde. Dillerini anlamasam da yüzlerindeki öfkeyi okuyabiliyorum… Öfke genel bir hal… Kavga ettiklerinde ayıramıyorduk. Çok asi ve isyankarlar” diyor.
Geriye dönmek isteyip istemediklerini soruyorum. “Normalde birçoğu ülkesine dönmek ister. Ancak savaşın bitmeyeceğini, bitse de huzurun hemen gelmeyeceğini ve ekonominin düzelmeyeceğini düşünüyorlar. Bu yüzden çoğu geriye dönmek istemiyor. Ancak Yunanistan’da da kalmak istemiyorlar. Hep daha iç Avrupa’ya gitmekten bahsediyorlar. Ama bu çok zor… Bu konuda Hükümet ve kamp idareleri problemli yaklaşıyor. Umut veriyorlar, gideceksiniz diyorlar, Bir süre sonra dedikleri olmayınca umut bitince yeniden umut verecek söylemler kuruyorlar, insanları öyle tutuyorlar. Bir tür umut tacirliği yaşanıyor…”
Kampa giriş çıkışların kolay olup olmadığını, güvenliğin boyutunu merak ediyorum; “Kamplarda 2 polis 5 hafif silahlı asker var. Pek bir güvenlik uygulaması yok. Giriş çıkışlar rahat. Kamptakiler de rahatça dışarı çıkabiliyorlar. Geçen gün Selanik’te öğrencilerimi gördüm arkamdan ‘madam’ diye bağırıyorlardı!”
Konuşma boyunca bahsettiği Kürt kampı uygulamasını soruyorum. Onlarda Suriye’den geldiği halde neden ayrı bir Kürt kampına ihtiyaç duyduklarını soruyorum. İç yakan ve çok yakından tanıdığımız bir yanıt veriyor:
“İlk zamanlar bir aradaydılar. Ancak Arap mülteciler onları dışladı ve kötü davrandı. Çok fazla baskı ve yer yer şiddet görüyorlardı. Arapça konuşmaya zorlanıyorlar esas olarak da sınıfsal yaklaşıyorlardı, hakim halk olarak Kürtleri eziyorlardı sonra da kamplardan kovmaya başladılar. En sonunda dayanamayan Kürtler ayrı bir kamp talep ettiler ve böylece bir “Kürt kampı” oluştu… Küçük bir Kürt kızı bize bir gün şunları söylemişti; Biz nereye gitsek baskı görüyoruz, en basitinden Kürtçe konuşamıyoruz. Suriye’de de böyleydi, kamplarda da böyle! Şimdi Kürt kampında hiç değilse Kürtçe konuşabiliyoruz… Gördükleri baskı nedeniyle Kürt çocukların Arap öğretmen geldiğinde ağızlarını sıkıca kapatıp, konuşmadıklarını gözlemledik. İçlerinden biri İngilizce biliyordu, anlatılanı İngilizceden çevirdiğinde konuşuyorlardı. Tabii kendi dillerinde konuşsalar daha çok güvenecekler ve rahatlayacaklar. Maalesef hala gönüllü çalışabilecek bir Kürtçe öğretmen bulamadık.”
Sıklıkla Kürtlerden çok etkilendiğine işaret edince farkın ne olduğunu soruyorum. Bunun üzerine uzun uzun gördüğü farkları anlatıyor:
“Kürtler daha sıcak kanlı ve ilgili. Kürtler sorunları hemen yüzümüze söylüyor, saklamıyor… Araplar ise daha kapalı. Arapların bize karşı din takıntıları var, çocukları bile Hıristiyan olduğumuz için çoğu eğitime göndermiyor. Ama Kürtler bir gün bile bize 'Hıristiyan mısınız' diye sormadı. Sonra Kürt kadınları öyle kapalı falan değiller. Açıklar ve rahatlar. Kürt kadınları direnişçi ve iyiler… Biz Kürt kampına ilk gittiğimizde hemen sandalyelerini verdiler, yemek getirdiler, çadırlarına davet ettiler ve çay ikram ettiler. Son aylarda öyle çok çay içtim ki… Mültecilerin ağırlığı kadın ve çocuklardan oluşuyor. Eşleri ya ülkelerinde kalmış -ekseriye Kürtlerde bunu görüyoruz. Diğerlerinin eşleri ağırlıklı Avrupa’nın diğer ülkelerindeler… Yalnız kalan kadınlar özellikle korkuyorlar, korumasızlar ve hırsızlığa açık hale gelmiş durumdalar.
Kürtlerde şaşırtıcı ve öğretici bulduğum şey ise örgütlü tutumları. Örneğin kamplarında hemen kendilerini grup grup düzenlemişler iki de başkan seçmişler. Toplantılar yapıyorlar ve başkanları aracılığıyla sorunlarını taleplerini bize iletiyorlar... Başkanları tek tek ilgileniyor insanlarla. Haklarını da savunuyorlar... Öylesi örgütlü bir tutuma diğer kamplarda rastlamadık. Biri dayak yese diğerinin canı acıyor. Örneğin bir kadın nefes darlığından doktora gitti. Doktor milliyetçilik yapıp ilgilenmedi. Bunun üzerine bir adam geldi doktorlarla tartıştı, kızdı ve muayene yapmalarını sağladı. Biz kadının eşi sandık geleni. Ama başkanlarıymış!
Kampta karar aldıklarında ortak eylemlerde, protestolar da yapabiliyorlardı. 800 kişiden biri bile fire vermiyordu. Örneğin yemek yememe eylemi yapmışlardı ve herkes aynı biçimde davranmıştı. Kişisel istekte bulunmuyorlar toplumları adına talepler dışında bizden bir şey istemiyorlardı.”
Kitlesel mülteciliğin ülkelerinde milliyetçiliği tetikleyip tetiklemediğini soruyorum. O da “Yunanlılar ne kadar ‘gitsinler’ deseler de kalplerinin bir köşesinde bence ‘kalsınlar’ diyorlar. Aramızda mesafe olmalı, diyenlerin kaygılarını da inanıyorum ki biz yıktık gönüllü çalışmalarımızla. Mesafeleri kaldırarak o insanlara dokunarak yaşadıkları koşulları yaşayarak çalışıyoruz böyle daha iyi oluyor ve daha çok anlıyoruz birbirimizi… İlk çalışmaya başladığımda Yunanlılar bana kızmıştı ‘zaten kriz var, bir de sen onlara destek oluyorsun’ demişti. Irkçılık değil ama ayrımcılık yapana rastladım. Zaten böyle yapanlarla arama mesafe koydum, konuşmuyorum. Kampa gelen para zaten Yunan hükümetine ait değil! Avrupa’dan geliyor. Bizi daha da fakirleştiremezler anlayacağınız.
Bu insanların bazıları savaştan bazıları da daha iyi yaşamak umuduyla kaçıyorlar. Bu yüzden kızamayız onlara… Yunanlılar daha önce hayvanların kaldığı yerde şimdi insanların kaldığını unutuyor! Çadırlarda yaşıyorlar! Bir gün gelip kamplarda bu insanlarla kalsalardı eminim önyargılarını yıkarlardı. Mesela bayramın son günü, o güzel kıyafetler içinde o insanların nasılda güzel olduklarını görselerdi, yıkarlardı önyargılarını… Aylar sonra o kamp da güzel kokular ve temizlik içinde güzel, gülen yüzler gördüm.”
Kamp da bayramın nasıl yaşandığını merak ediyorum. “Hüzünde umut da vardı.” Diyor ve anlatıyor: “Kürt kampındaydım. Bir çocuk gördüm, ağlıyordu, neden ağladığını sordum. ‘Bugün bayram ve benim güzel elbiselerim yok’ dedi... Öte yandan bayramda kamptakiler çok güzel oldular, giyindiler, süslendiler ve başka oldular, sinirleri azaldı. Bu umut etme güçleri olduğunu gösterir. Bu beni çok mutlu etti. Birde genç kadınları hamile gördüğümde mutlu oldum. Çünkü bu hayata tutunma ve devam etme umutları olduğunu gösterir” Son olarak şunları ekliyor:
“O insanlarla olmak bana çok şey öğretiyor. Acımıyorum, küçümsemiyorum… Bir şişme bota koydukları çocuklarına sarılıp her şeyi göze alıp ülkelerini terk ediyorlar… Bu direniştir, onlar direniyor. Ve ben buna saygı duyuyorum…” (YG/EKN)